22 Ekim 2008 Çarşamba

YALAN YERE YEMİN VE ŞAHİTLİK

YALAN YERE YEMİN ve ŞAHİTLİK

Kur’anda yemin şu manalarda kullanılmıştır.
1. Yaratılıştan insanda bulunan Allah’ı tanıma yeteneğidir. Araf 172 de bu fıtrat ahdine işaret vardır.
2. Sahabelerin O’na bey’ati, Müslümanların Efendimiz (sav) e dinin bütün emirlerini üstlendiklerine dair söz vermeleri
3. İnsanların kendi aralarındaki sözleşmeleri, randevular.

Müminler doğuştan Allah’a ve peygambere söz vermişlerdir. Kendi aralarındaki söz dahil hepsini tutmak gerekir. Allah adına vermiş yemin de etse bu sözü yerine getirmek vacip olur. Bu durumda sözünü tutmamak, yeminini bozmak günah işlemek demektir.
Verdiği sözü tutmayan Müslümanlığının en önemli vasıflarından birini kaybetmiş, sözünü tutmayan münafık ve müşriklerin vasfını almış olur.
Allah Kur’anı Kerimde Tebük savaşına katılmayan daha sonra da yeminler ederek yalandan mazeret uyduran münafıklardan bahseder.
“Sizden olduklarına yemin ediyorlar. Oysa onlar sizden değiller, fakat onlar korkak bir topluluktur” ( Tevbe 56 -57)
“Sizi memnun etmek için Allah’a yemin ederler. Halbuki inanmış olsalardı. Allah’ı ve Resulünü hoşnut etmeleri daha uygundu. Bilmediler mi ki kim Allah’a ve elçisine karşı koymaya kalkarsa onun için sürekli duracağı cehennem ateşidir.”
Münafıklar sana geldiği zaman “ senin Allah’ın elçisi olduğuna yemin ederiz.” Bunu Allah bilir ve onların yalancı olduklarına da Allah şahitlik eder. Yeminlerini kalkan yapıp Allah yoluna engel olurlar. Onların yaptıkları ne kötüdür.( Münafikun 103 )[1][2]
Yalan yere yemin edenlerin durumu: Kur’anı Kerimde işlenen içki, kumar, zina gibi günahların hiç biri için bu derece tehdit verilmemiştir. Allah onların yüzüne bile bakmayacak. Yani işi bitmiş onların. Artık onlar acı bir ızdırabın içine atılırlar. “Allah’a verdikleri sözü ve yemini az bir paraya satanlar var ya, işte onların ahrette bir payı yoktur, Allah kıyamet günü onlarla konuşmayacak, onlara bakmayacak ve onları yüceltmeyecektir. Onlar için acı bir azap vardır.” ( Ali İmran 94 / 77)

Efendimiz (sav) buyuruyor ki;
“ Münafığın alameti üçtür. Söz verince durmaz, emanete hıyanet eder, konuşunca yalan söyler. ”
Menfaat karşılığı yalan söyleyenler yalan yere şahitlik edenler için de “ onlar az bir pahaya sözlerini satarlar. Ne kadar çok kazanç elde etse de ahiret nimetleri yanında dünyanın bir değeri olmaz. Efendimiz (sav) böyleleri hakkında şöyle buyurdu; “Üç kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onların yüzüne bakmaz, onları temizlemez, Onlar için acı bir azap vardır.” Efendimiz (sav) üç defa böyle buyurdu.
Muaz; “Kim bu ziyana uğrayanlar ya Resulallah? Diye sordu. “Müsbil ( elbisesini yerde sürüyerek çalım atarak) yürüyen yalan yere yeminle ticaret yapan, verdiklerini başa kakan kimselerdir” [3]
“Kim bir malı ele geçirmek için yalan yere yemin etse Allah’a kavuştuğu zaman Allah kendisine kırgın olur”[4]
“Üç kişi vardır ki Allah kıyamet günü onlarla konuşmaz, onlara bakmaz, onlar; çölde yanında bulunan fazla suyu yanındaki yolcuya vermeyen, ikindiden sonra malını satmak için yalan yere yemin eden,, dünya için devlet başkanına biat edip de mal verilmeyince sözünden döner”[5]

YALANCI ŞAHİTLİK
Dinimizin yasakladığı büyük günahlardan biri de , yalancı şahitliktir. Allah’a ve ahiret gününe inanan bir kimsenin hatır ya da çıkar için hakimin huzurunda yalancı şahitlik yaparak haklıyı haksız, haksızı haklı çıkarmaya çalışması, büyük bir vebaldir. Çünkü yalancı şahitlik, Allah’a şirk koşmadan sonra gelen büyük günahlardan birisidir.
Şahitlik, bildiği veya gördüğü bir olaya tanıklık etmek demektir. Yalan şahitliği yapan kimse üç çeşit günah işlemiş olur: Birincisi, yalan konuşuyor. İkincisi, haksız olan kimseye yardım ediyor. Üçüncüsü de haklı olanı kötü duruma düşürüyor. Yalan şahitliği yapmak nasıl günah ise bildiğini ve gördüğünü söylememek de aynı şekilde günahtır. Çünkü bu durumda haksız olanın bilinmesi, suçlunun cezalandırılması örtbas edilmiş olur.
Yalanın her çeşidi günahtır. Hele yalancı şahitliği, yalanın en çirkini ve en zararlısıdır. Herhangi bir çıkar için yahut hatır için yalan şahitliği yapmak büyük günahtır. Yalancı şahit, başkasının dünyasını yapacağım, gönlünü alacağım diye kendi ahiretini yıkmış olur. Sonra da yaptığı yalan şahitlikle hakkın kaybolmasına ve günahsız insanların eziyet görmelerine, mağdur olmalarına sebep olur. Evet, bir mü'minin işlemediği bir günah yüzünden eziyet görmesi, buna sebep olanı rahatsız etmeyecek mi? Bunu düşündükçe içi sızlamayacak mı? Kendisine böyle bir muamelenin yapılmasını nasıl istemiyorsa kendisi de başkasına böyle muamele yapmamalıdır.
Yüce Allah, Nisa süresinin 135. ayetinde mealen şöyle buyurur. “ Ey iman edenler, adaleti titizlikle ayakta tutan, kendiniz, ana-babanız ve akrabanız aleyhinde de olsa, Allah için şahitlik eden kimseler olun.( haklarında şahitlik ettikleriniz) zengin olsunlar, fakir olsunlar Allah onlara sizden daha yakındır. Hislerinize uyup, adaletten sapmayın. (şahitliği) eğip büker ( doğru şahitlik etmez) yahut şahitlik etmekten kaçınırsanız biliniz ki Allah yaptıklarınızdan haberdardır.[6]
Sevgili peygamberimiz bir gün ashabına büyük günahları anlatırken , bunların Allah’a şirk koşmak, haksız yere insan öldürmek,ana- babaya asi olmak ve yalancı şahitlik yapmak olduğunu söylemişlerdir.[7]
Peygamberimiz yalancı şahitliğin ne kadar büyük bir günah olduğunu anlatmak için dayandığı yerden doğrulup dizlerinin üzerine gelerek ; onu birkaç kez tekrarlamış ve hiddetinden mübarek yüzü kızarmıştı. Diğer bir hadisi şerifinde de; “şahitlik için çağrıldığı halde bildiğini gizleyerek, şahitlikten kaçınan kimse, yalancı şahitlik yapmış gibidir.” buyurmuşlardır. [8]
Yalancı şahitlik yapan her şeyden önce kendisine zulmetmiş, ve en büyük kötülüğü yapmıştır. Çünkü başkasının dünyası için kendi ahiretini ebedi mutluluk yurdunu satarak cehennemi satın almıştır. Bunun yanında haklı çıkarmak için şahitlik yaptığı kimseye de kötülük yapmıştır. Çünkü haksıza yardım etmiş, onu haklı göstermiş ve aleyhine yalancı şahitlik yaptığı kimseye de zulmetmiştir. Onun hakkını başkasına çiğnetmiş, hakkının zayi olmasına yol açmış, onu herkesin nazarında haksız duruma düşürmüş, ayrıca mahkemeyi de yanıltmıştır.
Sevgili Peygamberimiz (sav) ; “Ben de bir insanım. Sizler aranızdaki anlaşmazlıkları bana getirmektesiniz. Olabilir ki biriniz delillerini diğerinden daha iyi arz eder, ben de ondan işittiğim şekilde hükmedebilirim. Bu şekilde kime kardeşinin hakkını vermişsem , ona ateşten bir parça vermiş olurum.”[9]
Yalancı şahitliğin kefareti yoktur. Yalnız tevbe etmekle de bunun vebalinden kurtulmak kolay değildir. Çünkü bu bir kul hakkıdır ve bu hakkı ihlal eden kişi, ancak mağdur ettiği tarafın zararını telafi ederek, helallik isteyip gönlünü aldıktan ve bir daha yapmamak üzere tevbe edip, Allah’dan af diledikten sonra affını ümit edebilir. Mü’min acı da olsa gerçeği söyleyen ve kendi aleyhine bile olsa hakikat ve adaletten ayrılmayan insandır


III- Konu İle İlgili Ayet ve Hadisler

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ بِالْقِسْطِ شُهَدَاء لِلّهِ وَلَوْ عَلَى أَنفُسِكُمْ أَو الْوَالِدَيْنِ وَالأَقْرَبِينَ إِن يَكُنْ غَنِيّاًأَوْ فَقَيراً فَاللّهُ أَوْلَى بِهِمَا فَلاَ تَتَّبِعُواْ الْهَوَى أَن تَعْدِلُواْ وَإِن تَلْوُواْ أَوْ تُعْرِضُواْ فَإِنَّ اللّهَ كَانَ بِمَا تَعْمَلُونَ خَبِيراً

“Ey iman edenler! Kendiniz, ana babanız ve en yakınlarınızın aleyhine de olsa Allah için şahitlik yaparak adaleti titizlikle ayakta tutan kimseler olun. (Şahitlik ettikleriniz) zengin veya fakir de olsalar (adaletten ayrılmayın). Çünkü Allah ikisine de daha yakındır. (Onları sizden çok kayırır.) Öyle ise adaleti yerine getirmede nefsinize uymayın. Eğer (şahitlik ederken gerçeği) çarpıtırsanız veya (şahitlikten) çekinirseniz (bilin ki) şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır” [10]

يَا أَيُّهَا الَّذِينَ آمَنُواْ كُونُواْ قَوَّامِينَ لِلّهِ شُهَدَاء بِالْقِسْطِ وَلاَ يَجْرِمَنَّكُمْ شَنَآنُ قَوْمٍ عَلَىأَلاَّ تَعْدِلُواْ اعْدِلُواْ هُوَ أَقْرَبُ لِلتَّقْوَى وَاتَّقُواْ اللّهَ إِنَّ اللّهَ خَبِيرٌ بِمَا تَعْمَلُونَ

“Ey iman edenler! Allah için hakkı titizlikle ayakta tutan, adalet ile şahitlik eden kimseler olun. Bir topluma olan kininiz sizi adaletsizliğe itmesin. Adil olun. Bu, Allah’a karşı gelmekten sakınmaya daha yakındır. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.” [11]
Mü’minlerin vasıfları sayılırken şöyle buyurulmaktadır:

وَالَّذِينَ هُم بِشَهَادَاتِهِمْ قَائِمُون
“Onlar, şahitliklerini dosdoğru yapan kimselerdir.” [12]
وَالَّذِينَ لَا يَشْهَدُونَ الزُّورَ وَإِذَا مَرُّوا بِاللَّغْوِمَرُّوا كِرَاماً

“Onlar, yalana şahitlik etmeyen, faydasız boş bir şeyle karşılaştıkları zaman, vakar ve hoşgörü ile geçip gidenlerdir.”[13]
Konu ile ilgili faydalanılabilecek diğer ayetler ise şunlardır:
Ahzap,33/ 58, Bakara,2/ 140-142 –146 -188-282-283; Al-i İmran, 3/169;Nisâ,4/ 135;Hadid,11/19; Maide,5/8-106-108; En’am, 6/152; Ahzab,33/70-71;Talak, 65/2. ayetlere bakılabilir.

وعن زيد بن خالد رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللّهِ ﺺ: أَ أخْبرُكُمْ بِخَيْرِ الشُّهَدَاءِ؟ الَّذِي يَأتِي بِشَهَادَتِهِ قَبْلَ أنْ يُسْألَه

Zeyd İbnu Halid (radıyallahu anh) anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm) buyurdular ki:"Size şahidlerin en hayırlısını haber vermeyeyim mi: O kendisine taleb edilmezden önce şehadet etmeye gelendir." [14]

عن أبي بكر رَضِيَ اللّهُ عَنْه قال: قَالَ رَسُولُ اللّهِ ﺹ: أَ أُنَبِّئُكُمْ بِأكْبَرِ الْكَبَائِرِ؟ ثﻶَثاً. قُلْنَا: بَلى. قَالَ: اﻻشْرَاكُ باللّهِ، وَعُقُوقُ الْوَالِدَيْنِ، وَقَتْلُ النَّفْسِ، وَكَانَ مُتَّكِئاً فَجَلَسَ فقَالَ: أَﻻ وَقَوْلُ الزُّورِ، وَشَهَادَةُ الزُّورِ. فَمَا زَالَ يُكَرِّرُهَا حَتّى قُلْنَا لَيْتَهُ سَكَتَ
Ebu Bekr (RA) dan rivayet olunmuştur.Peygamberimiz: "Büyük günahların en büyüğünü size haber vereyim mi? buyurdu. Dinleyenler: Evet, bildir, ey Allah'ın Resûlü, demeleri üzerine, Peygamberimiz: Allah'a ortak koşmak, anne ve babaya karşı gelmek, adam öldürmek buyurdu. Sonra da dayandığı yerden ayrıldı ve oturdu: İyi dinleyin, bir de yalan söz, yalan şahitliğidir, buyurdu. Bu sözü durmadan tekrar ediyordu. Orada bulunanlar: Keşke sükut buyursalar, dediler.[15]

وعن أيمن بن خُرَيْم بن فاتك قال: قَالَ رَسُولُ اللّهِ( ﺹ): عُدِلَتْ شَهَادَةُ الزُّورِ إشْرَاكاً بِاللّهِ تَعالى. ثُمَّ قَرَأ: فَاجْتَنِبُوا الرِّجْسَ مِنَ ا‘وْثَانِ وَاجْتَنِبُوا قَوْلَ الزُّورِ حُنَفَاءَ للّهِ غَيْرَ مُشْرِكِينَ بِهِ.
Eymen İbnu Hureym İbni Fatik anlatıyor: "Resulullah (aleyhissalâtu vesselâm):"Yalan şehadet Allah'a şirkle bir tutulmuştur!" buyurdular ve şu ayeti okudular. (Mealen): "...Putlara tapmak gibi bir pislikten ve yalan sözden de kaçının." (Hacc, 22/30). [16]

VI- Yararlanılabilecek Bazı Kaynaklar
Hadisler: Müslim, Akdiye 19, (1719); Muvatta, Akdiye 3, (2, 720); Ebu Davud, Akdiye 13, (3596); Tirmizî, Şehâdât 1, (2296). Ebu Davud, Edeb, 7; Ebu Davud, Edeb, 93; Tirmizî, Fiten, 3; Şamil İslam Ansiklopedisinin Şahitlik mad.
Lütfi Şentürk, Seyfeddin Yazıcı, İslam İlmihali, DİB. Yay. İbrahim Canan, Hz. Peygamberin Sünnetinde Terbiye; Hadis Ansiklopedisi, c: 5.; Dinde yalan yoktur Nazmi (Nizami) Sakallıoğlu. İstanbul: Alan Yayıncılık, 1990
[1] Süleyman Ateş, Kur’an araş.Kaba Yay. 22/369 -370
[2] Türkçe 113 /187
[3] Müslim, iman,46, hadis 171, İbn kesir, Tefum 1 /375
[4] Müslim, İman 46, İbn Kesir Tefsir 1 /375
[5] Müslim İman 46; 173Ebu Davud, üyü,6, İbn Kesir, 1/376
[6] Nisa 4 /135
[7] Buhari Şehadet, 10.Edeb 6, Eyman,16 Diyat, 2. Müslim, İman, 143.
[8] Taberani, Bkz. Mecmeuz- Zevad IV, 200
[9]Buhari, Şehadat, 27.
[10] Nisa,4/135
[11] Maide,5/8
[12] Meariç,70/33
[13] Furkan,25/72
[14] Tirmizî, Şehâdât 1, (2295), (IV ,544)
[15] Buhari, Şehâdet, 10, (III,152)
[16] Tirmizî, Şehâdât 3, (2299-2300, 2301); (IV, 547)

GIYBET VE İFTİRA BÜYÜK GÜNAHTIR

GIYBET VE İFTİRA BÜYÜK GÜNAHTIR

İslam dini; sosyal ilişkilere, ahlâkî davranışlara, kişilik haklarının korunmasına, güven, huzur ve barış ortamını yok edecek, kavga, tartışma ve dargınlıklara sebep olacak davranışlardan kaçınılmasına büyük önem vermiştir. Gıybet ve iftira bu davranışlar arasında yer almaktadır.
Gıybet; bir insanı gıyabında eleştirmek, çekiştirmek ve hoşlanmayacağı sözler söylemektir. Halk arasında buna "dedi-kodu" da denir. Kişinin bedeni, nesebi, ahlâkı, işi, dini, elbisesi, evi, bineği ve benzeri şeyler dedikodu konusu olabilir. Gözün şaşılığı, saçların döküklüğü, uzun veya kısa boylu, siyah veya sarı renkte olmak gibi nitelikler hakkında alaylı bir şekilde bahsedilmesi gıybet olur.
İftira ise; bir kimsenin işlemediği bir suçu yapmış gibi anlatmak, onda bulunmayan bir kötülüğü varmış gibi göstermektir. Kişinin sorumluluğunu unutarak isteklerine ulaşmak amacıyla insanlara iftira etmesi bir hastalıktır. İftiranın gayesi; hoşlanmadığı kişileri yıpratmaktır. Bu bakımdan her söze, her habere inanmamak, onu iyice araştırmak gerekir.
Gıybet ve iftira ile aynı kategoride yer alan kötü fiillerden bazıları da koğuculuk, yalan söylemek ve yalancı şahitliktir. Burada kısaca bu kavramlara da değinmek yerinde olacaktır. Koğuculuk, insanlar arasında söz taşımak anlamına gelip, dinimizin yasak ettiği ve büyük günah olarak saydığı ahlak dışı kötü davranışlardan biridir. Koğuculuk yapan kimseler, Peygamber efendimizin hadislerinde "nemmâm" ve "kattât" olarak isimlendirilmiş ve bu kimselerin (cezalarını) çekmeden cennete giremeyecekleri bildirilmiştir. Yalan söylemek; gerçek dışı ve aslı olmayan beyanlarda bulunmaktır. Yalan İslam'ın şiddetle yasak kıldığı ve büyük günah saydığı davranışlardan olup, münafıklık alâmetidir. Yalancılık, ailelerin yıkılmasına, toplumun fesadına, işlerin dağılmasına neden olabilir. Yalan söyleyen kimse insanların gözünden düşüp, sözüne itibar edilme hale gelir. “Yalan söyleyenin evi yanmış, buna kimse inanmamış,” atasözü, yalancının sonunun nasıl hüsran olduğunu belirtmektedir. Yine atalarımız; “yalancının mumu yatsıya kadar yanar”, “şehrin yukarısında bir yalan söyledim, aşağıda kendim de inandım”, “yalan söyle, tutunmazsa izi kalır” sözleriyle yalanın toplum hayatındaki olumsuz etkisine dikkati çekmişlerdir. Yalancı şahitlik ise; insanların ruhuna zarar veren, hakkını zayi eden, anarşiyi yayan, bir şey olup, toplumsal kötülüklerin en tehlikelisi ve en çirkinidir. Yüce Allah "Rahmanın kulları" diye övdüğü ve cennete koyacağını bildirdiği müminlerin özellikleri arasında onların yalancı şahitlik yapmamayı da zikretmiştir. Yalancı şahitlik yapmak hem yalan söylemek hem de dolaylı olarak iftira etmektir. Yalancı şahitlik ile kul hakkının ihlal edilmesine ve zulüm yapılmasına sebep olunmuş olur. Bu büyük günahlardan biridir.
Gıybet ve iftiraya tekrar dönecek olursak:
Gıybet eden insan ahlakından taviz vermiş, kul hakkı yüklenmiş ve büyük günah işlemiş olur. Gıybet; zayıf, zelil, manen ve ahlâken aşağı mertebede olan insanların yapabileceği bir davranıştır. Gıybet; kişi, aile, toplum hatta bir milletin bütün mensuplarını rencide edebilir. Bu; kişiler, aileler ve toplumlar arasında huzursuzluk, kırgınlık hatta kavgaya bile sebebiyet verebilir. Bu sebeple yüce Rabbimiz ve sevgili Peygamberimiz gıybet etmeyi şiddetle yasaklamışlar, büyük günah olduğunu bildirmiştir. Gıybet, müminin "fâsık" ve "âsî" olmasına sebep olur. Gıybeti yapılan kimse hakkını helal etmedikçe kişi gıybetin günahından kurtulamaz. Çünkü gıybet etmek kul hakkı yüklenmektir. Kul hakkını ise Allah bağışlamaz. Bunun yanında söylediği söz, yaptığı fiil ve sergilediği davranış ile her türlü günahı ve kötülüğü işleyen, fert ve topluma zararlı olan, sözgelimi, hırsızlık ve iftira eden, ırz ve namus düşmanlığı yapan bir kimsenin bu ahlak dışı niteliği zararından korunması için bir başkasına söylenebilir. Bu gıybet değildir. Gıybet, söz dışında, yazı ve fiil ile yani el, kol, göz, kaş işaretleri ile de yapılabilir. Gıybeti yapılan kimse, bundan haberdar olmuşsa, ben de onun gıybetini yapayım dememelidir. Bu takdirde kendisi de gıybet eden kişinin konumuna düşmüş, büyük günah işlemiş olur. Öyle ise ne yapması gerekir? Söz konusu edilen gıybet yanlış bilgiden kaynaklanıyorsa, gıybete eden uygun bir üslup ile durumu anlatabilir. Sabırlı olmak, hiç duymamış gibi davranmak en isabetli olanıdır.
Gıybeti yapılan kimse gıybet sebebiyle zarara uğramış veya zara uğraması söz konusu ise duruma müdahale edebilir, ilgili mercilere şikâyet edebilir. Bunun yanında gıybeti yapılan kimsenin hiçbir şey söylemeden gıybeti dinlemesi ahlâkî bir davranış değildir. Böyle bir durumla karşılaşan kişi, ya sözlü olarak müdahale eder. Bunun doğru olmadığını, gıybet etmenin haram ve büyük günah olduğunu söyler ki bu müminin iyiliği emretme ve kötülükten sakındırma görevidir ya da - sözlü olarak gıybetin yapılmasına engel olamayacaksa yapılan gıybete ortak olmamak ve gıybet sözlerini dinlememek için gıybet yapılan ortamı terk eder.
Gıybet etmenin ayet ve hadislerde dünyada uygulanacak bir müeyyidesi bildirilmemiştir. Ancak tövbe edilmediği veya affedilmediği takdirde âhirette cezasını çeker. Onun için mümin gıybet etmemelidir. Şayet böyle bir davranışta bulunduysa tövbe etmeli, gıybet ettiği kimseden af ve helâlık dilemelidir. Aksi takdirde âhirette "müflis" durumuna düşecek sevaplarından gıybet ettiği kimseye vermek durumunda kalacaktır[2].
İftiranın müeyyidesine gelince; Yüce Allah, Kur'ân'da, namuslu bir erkek ve kadına iftira eden kimsenin cezası bunu dört âdil şahit ile ispat edemeyen müfterîlerin cezalarının seksen sopa vurulması olduğunu ve bunların tanıklıklarının ebedî olarak kabul edilmemesi gerektiğini bildirmektedir (Nur, 24/40). Bu ceza, iftiranın ne kadar büyük günah olduğunu ifade etmektedir.

IV. KONU İLGİLİ AYET VE HADİSLER
يا ايها الذين امنوا اجتنبوا كثيرا من الظن ان بعض الظن اثم و لا تجسسوا و لا يغتب بعضكم بعضا ايحب احدكم ان ياكل لحم اخيه ميتا فكرهتموه و اتقوا الله ان الله تواب رحيم
“Ey iman edenler! Zannın bir çoğundan sakının. Çünkü zannın bir kısmı günahtır. Birbirinizin kusurlarını ve mahremiyetlerini araştırmayın. Birbirinizin gıybetini yapmayın. Herhangi biriniz ölü kardeşinin etini yemekten hoşlanır mı? İşte bundan tiksindiniz! Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah tövbeyi çok kabul edendir, çok merhamet edendir”[3].
Bu âyet-i kerîme'de yüce Allah, kişilik haklarını ihlal eden üç davranıştan sakınılmasını emretmektedir. Bunlar; "kötü zanda bulunmak", "insanların gizli hallerini araştırmak" ve "gıybet etmek"tir.
وَالَّذِينَ يُؤْذُونَ الْمُؤْمِنِينَ وَالْمُؤْمِنَاتِ بِغَيْرِ مَا اكْتَسَبُوا فَقَدِ احْتَمَلُوا بُهْتَانًا وَإِثْمًا مُبِينًا
“Mü’min erkeklere ve Mü’min kadınlara yapmadıkları bir şeyden dolayı eziyet edenler, şüphesiz bir iftira ve apaçık bir günah yüklenmişlerdir”[4]

Hz. Peygamber:
أَتَدْرُونَ ماَ ‏ ‏الْغِيبَةِ "Gıybet nedir bilir misiniz?" diye sormuş, sahabe;
.قَالُوا اللهُ وَرَسُولُهُ أَعْلَمُ
"Allah ve Resulü daha iyi bilir" cevabını vermişler, bunun üzerine Peygamberimiz (a.s.);
.قاَلَ ذِكْرُكَ أَخَاكَ بِماَ يَكْرُهُُ
"Kardeşini onun hoşlanmadığı bir nitelik ile anmandır" diye tarif etmiştir. Kendisine,
قِيلَ أَفَرَأَيْتَ إِنْ كَانَ فِي أَخِي مَا أَقُولُ
"Kardeşimde dediğim nitelik varsa ne buyurursunuz? denilmesi üzerine,
قَالَ إِنْ كاَنَ فِيهِ مَا تَقُولُ فَقَدِ ‏ ‏اغْتَبْتَهُ ‏ ‏وَإِنْ لَمْ يَكُنْ فِيهِ فَقَدْ ‏ ‏بَهَتَّه
"Eğer dediğin sıfat kardeşinde varsa işte o zaman gıybet olur. Yoksa, ona bühtan ve iftira etmiş olursun" buyurmuştur.”[5]
Peygamberimizin eşi Hz. Aişe validemiz anlatıyor: Bir gün Hz. Peygambere;
‏‏قُلْتُ لِلنَّبِيِّ ‏ ‏صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‏ ‏حَسْبُكَ مِنْ ‏ ‏صَفِيَّةَ ‏ ‏كَذاَ وَكَذاَ ‏ ‏
"Ey Allah’ın Elçisi! (Kısa boylu oluşunu kastederek) şöyle şöyle olan Safiye sana yeter dedim. Bunun üzerine bana,
فَقاَلَ : لَقَدْ قُلْتِ كَلِمَةً لَوْ مُزِجَتْ بِماَءِ الْبَحْرِ لَمَزَجَتْهُ ‏ ‏
"Ey Aişe! Öyle bir söz söyledin ki, eğer o söz denizin suyu ile karışsa her halde onu ifsat eder, tadını ve kokusunu bozardı" buyurdu.
قاَلَتْ ‏وَحَكَيْتُ ‏ ‏لَهُ إِنْساَناً
"Bir gün Hz. Peygambere bir insanı, davranışlarını taklit ederek anlattım." Bunun üzerine Allah'ın Elçisi,
فَقاَلَ ماَ أُحِبُّ أَنِّي حَكَيْتُ إِنْساَناً وَ أَنَّ لِي كَذاَ وَكَذاَ:
“Mukabilinde bana dünyayı verseler bile, bir insanı hoşlanmayacağı bir şey ile taklit ve tavsif etmeyi katiyen sevmem” buyurdu.[6]
Sahabeden Süfyân b. Abdullah (r.a.) anlatıyor:
‏قُلْتُ ياَ رَسُولَ اللهِ حَدِّثْنِي بِأَمْرٍ اَعْـتَصِمُ بِهِ قاَلَ
"Ey Allah’ın Elçisi! Bana sımsıkı sarılacağım bir amel söyle" dedim. Peygamber Efendimiz
‏قُلْ رَبِّيَ اللهُ ثُمَّ اسْتَقِمْ
“Rabbim Allah’tır de, sonra dosdoğru ol” buyurdu. Kendisine,
قُلْتُ ياَ رَسُولَ اللهِ ماَ أَخْوَفُ ماَ أَخاَفُ عَلَيَّ ؟
"Ey Allah'ın Elçisi! Hakkımda korkacağın şeyin en tehlikelisi nedir?" dedim.
فَأَخَذَ بِلِساَنِ نَفْسِهِ ثُمَّ قاَلَ : هذاَ
"Mübarek dilini (eliyle) tuttu sonra “İşte budur” buyurdu. [7]
لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّةَ نَـمَّامٌ
“Nemmâm cennete girmeyecektir",
لاَ يَدْخُلُ الْجَنَّة َقتات
"Kattât cennete giremez."[8]
Hadiste geçen "kattât" ve "nemam" kişiler arasında söz taşıyıcısı demektir. Bazı alimler; "nemâm" sözü bizzat dinleyip nakleden kimse;, "kattât" ise, söylenenlere kulak kabartıp işittiği gelişi güzel dedikoduları nakleden kimsedir şeklinde tanımlamışlardır.
Nemime; bir kimsenin halini bir başkasına fesada sebep olacak bir tarzda, rızası olmadan nakletmektir.
Peygamberimiz (a.s.) ahabından herhangi biri hakkında hoşuna gitmeyecek bir söz, bir davranış, kötü bir huy anlatılmamasını, onlar hakkındaki yi zannı yok edecek bir durumun olmamasını istemiş ve onlara,
‏لاَ يُبَلِّغُنِي أَحَدٌ مِنْ أَصْحاَبِي عَنْ أَحَدٍ شَيْئاً
"Kimse bana ashabımdan birinden (canımı sıkacak) bir söz getirmesin buyurmuş, sebebini,
فَإِنِّي أُحِبُّ أَنْ أَخْرُجَ إِلَيْكُمْ وَأناَ سَلِيمُ الصَّدْرِ
"Çünkü ben, karşınıza zihnimde hiç bir şey olmadan çıkmayı seviyorum "[9] şeklinde açıklamıştır.
Peygamberimiz (a.s.) اجتنبوا السبع الموبقات "Helâk edici yedi büyük günahtan sakının" buyurmuş bu yük günah arasında iffetli ve namuslu kadınlar iftirada bulunmayı da saymıştır.[10]
Peygamberimiz (a.s.),
اية المنافق ثلاث اذا حدث كذب و اذا وعد اخلف و اذا اؤتمن خان
"Münafıklığın alameti üç tanedir; (Münafık); konuştuğu zaman yalan konuşur, vaat ettiği zaman döner, sözünü tutmaz, bir şey emanet edildiği zaman ona hainlik eder"[11] buyurmuştur.
Sevgili Peygamberimiz (a.s.):
لا يستقيم ايمان عبد حتى يستقيم قلبه و لا يستقيم قلبه حتى يستقيم لسانه و لا يدخل رجل الجنة لايامن جاره بوائقه
"Kulun kalbi doğru olmadıkça imanı doğru olmaz, dili doğru olmadıkça kalbi doğru olmaz. Komşusu zararlarından emin olmadıkça kişi cennete giremez"[12] buyurmuştur.
IV. YARARLANILABİLECEK BAZI KAYNAKLAR
1-Gazali, İhya-u Ulumu’d-Din (terc: Ahmet Serdaroğlu), Bedir Yayınları, İstanbul, III, 343.
2-Fussilet, 41/34; Nisa, 4/148; Tevbe, 9/71; Kalem,68/10-14; Hucurat, 49/6; Kaf,50/18; Hac, 22/30; Ahzab, 33/70; Mümin,,40/28; İsra,17/36; Mâide, 5/8; Bakara, 2/283; Furkan,25/ 72; Bakara, 2/284 ayetlerinin tefsiri
[1] Bu vaaz projesi Din İşleri Yüksek Kurulu Uzmanı Burhan ERKUŞ tarafından hazırlanmıştır.
[2] Tirmizî, Kıyame, 2 (IV, 613).
[3] Hucurât, 49/12.
[4] Ahzab 33/58.
[5] Müslim, Birr, 70 (III, 2001); Ebu Davut, Edep, 40 (V, 191-192).
[6] Ebû Dâvud, Edeb, 40 (V, 192-193).
[7] Tirimizî, Zühd, 60 (IV, 607).
[8] Buhari, Edeb 50 (VIII, 86); Ebu Davud, Edeb 38 (V, 190).
[9] Ebu Davud, Edeb 33 (V, 183).
[10] Buhârî, Vasâyâ, 23 (III, 195); Müslim, Îmân, 144, (I,91).
[11] Tirmizî, İman, 14 (V, 19).
[12] Ahmed b. Hanbel, III, 198.

MUHARREM AYI VE AŞURE

MUHARREM AYI VE AŞURE

Her dinin milletin kutsal veya diğer zaman dilimlerinden farklı kabul ettiği kendine özgü belirli gün ya da ayları vardır. Yüce dinimiz İslam’da da bu tür gün gece ve aylar vardır. Zamanı gerektiği şekilde değerlendirebilenler hem dünyada hem de ahirette huzuru yakalayacaklardır. Zira Kuran-ı Kerim’de zamanın öneminin bir süre ile vurgulanması gerçekten anlamlıdır. “Andolsun asra ki insan gerçekten ziyan içindedir..” (Asr suresi 103–1) “Asr” kelimesinin zaman anlamında kullanıldığı müfessirlerin çoğunluğu tarafından ifade edilmiştir.
“Şüphesiz, Allah’ın gökleri ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah katında ayların sayısı onikidir. Bunlardan dördü haram aylardır. İşte bu, Allah’ın dosdoğru kanunudur. Öyleyse o aylarda kendinize zulmetmeyiniz.”(Tevbe 9/36)
“Haram aylar” Cahiliye devri uygulamasına göre, hürmet edilmesi gereken, savaş yapılması ve kan dökülmesi yasak olan Kameri aylar demektir. “Haram aylar” nitelemesinin, bu aylarda yapılacak ibadetlere daha çok sevap, günahlara ise daha çok ceza verilecek olmasına dayandığı da ifade edilmiştir. Bu aylardan Muharrem birinci, Recep yedinci, Zilkade on birinci ve Zilhicce de on ikinci aydır.
“İşte zaman, hakikaten Allah Tealanın gökleri ve yeri yarattığı günkü durumu gibi bir devre girdi. Yıl on iki aydır. Bunlardan dördü haramdır ki; üçü birbirinin ardında Zilkade, Zilhicce, Muharrem, biri de Cumada ile Şaban arasındaki Recep’dir”
Bu dört ayın hürmeti öteden beri süre gelen dini bir uygulamadır. Hz.İbrahim ve İsmail (a.s) zamanından beri Araplar buna önem vermiştir. Cahiliye devrinde bile buna riayet edilmiş, haram aylarda savaş yapılmamıştır, yılın bu dönemi bir barış zamanı olmuştur.

MUHARREM AYININ AYRICALIĞI
“Haram aylar” içinde Muharrem ayının ayrı bir yeri ve önemi vardır. Bu ayrıcalığı “Muharrem” adından da fark etmek mümkündür. Zira “Muharrem” kelimesi “haram kılınmış” “hürmete layık” anlamlarına gelmektedir. Kısacası “haram aylar” uygulamasının genel adı, anlam itibari ile bu aya özel bir ad olarak verilmiştir. Bu özel uygulama şüphesiz Muharrem ayına atfedilen önemin bir yansıması olarak değerlendirilmelidir. Aynı önem İslam kültür ve tarihi sürecide de devam etmiştir.
Muharrem ayın önemli kılan özellikleri şöyle sıralamak mümkündür.

HİCRİ YILBAŞI
Muharrem ayı, 12 ayı ve 355 gün olan Kameri yılın ilk ayıdır. Kameri yılda – güneşin değil – ayın hareketleri esas alınır. Hicri Tarih – Hz. Muhammed (as)’in Mekke’den Medine’ye göç edişi ile başlar. Hicretin takvim başlangıcı olarak kabul edilmesi Hz. Ömer (r.a.) zamanında olmuştur. O’nun devrine gelinceye kadar, Araplarda düzenli bir tarih belirleme sistemi yoktu. Hz. Ömer devrinde, Peygamberimiz (sav)’in Mekke’den Medine’ye hicret ettiği yıl (622) İslami takvimin başlangıç yılı (Hicri 1) Muharrem ayı da takvimin ilk ayı olarak kabul edildi.





AŞURE GÜNÜ (ON MUHARREM)
Bilindiği üzere Hz. Peygamber (s.a.v) Medine’ye hicret ettiğinde orada Arap halkla birlikte yaşayan Yahudiler vardı. İşte bu Yahudiler Hz. Musa ile İsrailoğullarının, Firavun’un zulmünden Aşure günü kurtulduğunu söyleyen Yahudileri Hz. Peygamber yalanlamamış ve hatta bu yönde olumlu bir tavır sergilemiştir. Bunun yanı sıra tüm Sami dinlerde özel bir yere sahip görünen aşure günü, Cahiliyye Araplarınca da önemli kabul edilmiştir. Hatta Resuli Ekreminde Peygamberlik öncesi ve sonrası dönemde bir süre bu günde oruç tuttuğuna dair rivayetlere de rastlanır. Medine döneminde bu orucu Müslümanlara tavsiye ettiği bilinen bir husustur.
İbn Abbas’ın şöyle dediği rivayet edilmiştir. “Hz. Peygamber, Medine’ye geldiğinde Yahudilerin Aşure günü oruç tuttuklarını gördü. “Bu nedir? Diye sordu. “Bu hayırlı bir gündür. Bu Allah’ın İsrail oğullarını düşmanlarından kurtardığı, bu sebeple de Musa’nın oruç tuttuğu gündür” dediler. Bunun üzerine Hz. Peygamber s.a.v “Ben Musa’ya sizden daha layığım” buyurdu ve hem kendisi bu günde oruç tuttu, hem de başkalarına oruç tutmalarını emretti” Hz Peygamber Aşure günü oruç tutmayı teşvik etmiş ve şöyle buyurmuştur. “Aşure gününün orucunun, bir önceki yılın günahlarına keffaret olmasını Allah’tan umarım”

RAMAZAN AYI VE AŞURE GÜNÜ
Aşure gününün oruç tutulması uygulaması, Ramazan orucunun farz kılınmasına kadar devam etti. “Ey iman edenler! Allah ‘a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden öncekilere olduğu gibi size de farz kılındı” (Bakara 2/183) ayeti inince, Aşure orucu isteğe bağlı hale geldi. Hz. Aişe bunu şöyle anlatıyor. “Resulullah s.a.v, Aşure günü oruç tutulmasını emretti. Ramazan orucu farz kılınınca, dileyen Aşure günü oruç tuttu, dileyen tutmadı”
Peygamberimiz bir başka hadisinde de “Aşure gününde tutulan orucun bir yıl önce işlenen hata ve günahların bağışlanmasına vesile olacağı müjdelenmiştir” Ancak Hz. Peygamberin bildirdiğine göre yalnızca Aşure günü değil, Muharremin 9,10 ve 11 günlerinde oruç tutulması tavsiye edilmiştir.
Aşure günü oruç tutmanın faziletine ilişkin sahih hadisler bulunmasına karşılık o günde hububat karışımı aş ( aşure) pişirmek, sadaka vermek, mescitleri ziyaret etmek ve kurban kesmek gibi fiiller hakkında sahih habere rastlanmaktadır. Bununla birlikte Müslüman Türklerin Dini halk geleneğinde önemli bşr yer tutan aşure, aynı zamanda Muharremin onuncu günü başlamak üzere, daha sonraki günlerde de özel merasimle pişirilip dağıtılan tatlıya isim olmuş ve sosyal dayanışmaya önemli katkılarda bulunmuştur. Çok eskiden beri devam eden aşure aşı, Osmanlılar döneminde sarayda da pişirilmiş, “aşure testisi” adı verilen özel kaplarla da saray dairelerine ve halka birkaç gün süreyle dağıtılmıştır.

AŞURE GÜNÜNDE MEYDANA GELEN DİĞER TARİHİ OLAYLAR
Aşure günü adı verilen 10 Muharrem gününde meydana geldiği rivayet edilen diğer bazı önemli olayları da kısaca şöyle sıralamak mümkündür.
ü Rivayete göre, Hz.Nuh’un gemisi Tufan’dan kurtulup Cudi dağına Aşure günü oturmuştur. Bilindiği üzere Hz. Nuh Allah’ın emri üzerine kendine inananları yaptığı bir gemiye bindirmiş, tufan gerçekleşince, inanmayanlar suda boğularak helak olmuşlardır.
ü Hz. Adem’in tövbesinin kabul edilmesi
ü Hz. İbrahim’in Nemrut’un ateşinden kurtulması
ü Hz.Yakub’un oğlu Yusuf’a kavuşması
ü Hz. Musa ve İsrail oğullarının Firavun’un zulmünden kurtulmaları, 10 Muharrem (Aşure) günü gerçekleştiği rivayet edilen olaylar arasındadır.

İSLAM TARİHİNDE 10 MUHARREM
Emevilerin ikinci hükümdarı Yezid zamanında ve Hicri 61.Miladi 680 yılı Muharrem ayının onuncu Cuma günü Hz. Hüseyin şehadeti ile sona eren tarihi olay meydana gelmiştir. Ehli beytin çok değerli bir ferdinin hayatına mal olan bu elim olay sebebi ile 10 Muharrem Şii Müslümanlarca yas günü sayılmış ve bu matem daha sonraları geniş çaplı hale gelmiş ve bir nevi resmi hüviyete bürünmüştür. Unutulmamalıdır ki insanların can, din, mal, nesil ve akıl emniyetini temin etmek İslam’ın temel hedeflerindendir.
Maide suresi 32. ayette de belirtildiği üzere “Haksız yere cana kıymak haram kılınmış, bir insanı öldürmek bütün insanlığı öldürmeye, bir hayatı kurtarmak da tüm insanlığı kurtarmaya denk tutulmuştur.
Yeryüzündeki bütün canlılara merhametle yaklaşmayı öngören İslam dini “insanlara merhamet etmeyene Allah da merhamet etmez” buyruğuyla bunu pekiştirmiştir.
Bütün bunlardan anlaşılıyor ki; kime karşı işlenirse işlensin, insan hayatına yönelik haksız davranışlar onaylanamaz.
Muharrem ayı içerisinde Hz. Hüseyin gibi büyük bir şahsın şehit edilmesi, bütün Müslümanlar için büyük bir acıdır. Bu olayı iyice düşünmek ve dersler çıkarmak gerekir. Müslümanlara düşen görev ise; bu tür üzücü olayların tekrarlanmasını önleyecek bir bilinç ve anlayışa sahip olmak; kardeşlik, birlik ve beraberliğimizi korumaktır.

MEKKE'NİN FETHİ

MEKKE’NİN FETHİ

Arapçada “Açma, yol gösterme, hüküm verme, galibiyet ve zafere ulaştırma” anlamlarında olup meşru görülen savaşlarda alınan toprakların günümüzde de görülen sömürü ve istila savaşlarından ayırmak için “Fetih” kelimesi kullanılır. Fetih kelimesi kalbi ve aklı İslam gerçeğine açmak, İslam tebliğinin önündeki engelleri kaldırmak, insanın kalbine ve aklına ulaşmayı mümkün kılacak ortamı hazırlamak anlamında çokça kullanılır.
Peygamberimiz(s.a.v.) “Ülkeler ve şehirler zorla alınır. Medine ise Kur’an ile fethedilmiştir.” buyurur. (Belazuri, I, 6) İslam inancı nereye ulaşmışsa o topraklar çeşitli ırk, din ve mezheplerin korunma imkânı bulduğu bir sığınak olmuştur. Böylece Müslümanlar belirli bir prensip ve amaç uğruna gittikleri yerlere barış, adalet ve fazilet getirmişlerdir. Adalet ve esitliğe dayanan bir anlayışla fethettikleri yerlerde tevhid anlayışını ve iman huzurunu taşıyarak “Yeni bir dünya” düzeninin müjdesini vermişlerdir. Fetihlerle Müslümanların hâkimiyetine geçen ülkelerin halkı asla İslam dinini seçme konusunda zorlanmamıştır. “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara sr. 2/256; Yunus sr. 10/99; Keyf sr. 18/29) ayetlerinde açıkça belirtilmektedir. Fethedilen yerlerde cizye ödemek şartıyla kendi dinlerinde kalma hürriyetine ve bu cizyenin karşılığı İslam devletinin hâkimiyeti ve himayesi altında girme hakkına sahip olmuşlardır. Bu esas peygamberimizin(s.a.v.) Tevbe suresi 29. ayetine dayanarak Tebük Gazvesi’nde uyguladığı cizye usulü ele alınmak suretiyle ilk fetihlerden itibaren değişmeyen bir prensip olarak uygulanmıştır. “Din ve Vicdan” hürriyeti sağlanarak mabetlerine dokunulmadığı gibi ibadetlerine de karışılmamıştır.
İslam fetihlerinin asıl gayesi; ila-yi Kelimatullah’tır. Nitekim peygamber efendimize “Allah yolunda olan kimdir? Ganimet kazanmak için harp eden mi? Cesaretiyle şöhret kazama amacında olan mı? Yoksa kabilesiyle dayanışma halinde bulunduğunu göstermek isteyen mi? “ diye sorulduğunda şu cevabı vermiştir; “Hiçbirisi değildir. Sadece Allah’ın adını yüceltmek için savaşan kimse Allah yolundadır.” (Buhari, İlim,45;Cihad 15, Müslim, ‘İmare’, 149,151)
Fetihler sonuncunda İslam devletlerinin himayesi altına alınan insanlar, hem islamiyet’in safiyet ve yüceliğini görme; hem de tevhit sancağında temizlenmiş sevgi, saygı, merhamet, insaf ve iman sahibi olmuş Müslümanları tanımışlardır. Bunun sonucu, doğrunun yanlıştan, adaletin zulümden, güzelin çirkinden, Tevhit’in şirkten farkını görmüşlerdir. Müslümanların müsamahakâr, adil, insaflı, insan ve hak haysiyetine saygılı idareciler olduğunu bizzat yaşamışlardır. Böylece inananlar Allah’ın rızası yolunda “Yeryüzünde fitne kalmayıncaya ve din de tamamen Allah’ın oluncaya kadar onlarla muharebe edin. Eğer vazgeçerlerse onları bırakın. Şüphesiz ki Allah ne yapacaklarını hakkıyla görücüdür.”(Enfal sr. 8/39; Bakara sr. 2/193) ayetinin gereğini yaparak kulluk vazifelerini gerçekleştirmişlerdir.
Bütün bu manaları üzerinde toplayan en büyük fetih Mekke’nin fethidir. Bugüne kadar Mekke’nin fethi hakkında çok şey yazılıp söylenmiştir. Bizce Mekke’nin fethi basit bir tarihi olay gibi görülmemelidir. Bu yüzden efendimiz (s.a.v.)’in hayatındaki ve İslam Tarihindeki bu en önemli fethi, değerlendirmesi ile birlikte sunmaya çalışacağız.
Kur’an-ı Kerimde iki yerde Mekke’nin fethine işaret vardır. Birisi Fetih suresinin ilk ayetleridir. “Sana açıkça bir fetih verdik. Geçmiş ve gelecek günahlar bağışlansın diye, üzerindeki nimet tamamlansın diye…“ yani İslam’ın temel hedeflerinden biri olan Kabe’nin putlarından temizlenmesi gerçekleşsindiye… “Ona sıratı müstakim gösterilecek ( yani fethin, zaferin yolları)” Diğeri ise Nasr suresidir. (Bu sureler ve manası okunabilir.)
Efendimiz (sav) Mekke’ye 21 Ramazan 8. H. 14 Aralık 629 Çarşamba günü girdi. Efendimiz (sav)i ve müminleri Fetih gününe getiren fethin, zaferin yolunu açan çok önemli dört unsur vardır:
a) Efendimiz (s.a.v.)in ve müminlerin İmanı
b) Sahip olduğu İlim
c) Eşsiz siyasi ve askeri dehası
d) Ashabının ona olan sadakatleri, ona sonsuz bağlılıklarıdır.

İMAN, sarsılamadıkça sabırla, huzurla yola devam edebilirsin. İman olmadıkça basit bir dünya imtihanını kazanmak mümkün değildir. Kaldı ki ahiret kazanılsın. O iman ki insana sebat verir, sabır verir, güç verir. Efendimiz (sav) ve müminler yıkılmadı, yılmadı, her türlü eziyet ve hakarete katlandı. Öyle zamanlar oldu ki “Allah’ın yardımı ne zaman Ya Resulullah” diye geldi mü’minler. Efendimiz (sav) onlara vahiyle cevap verdi. “Sizden öncekiler gibi sizin de imanınız sınanmadan cennete girebileceğinizi mi sanıyorsunuz?” İmanla aştılar her engeli. O iman sayesinde hicret ettiler. Anadan yardan, evlattan geçtiler. O iman sayesinde cihad ettiler. O iman sayesinde zafer nasip oldu onlara. Sonsuz bir güven, tevekkül ve sabır nasip oldu. Fetih nasip oldu.
İlim, peygamberine Allah tarafından verilmiştir. Onun muhatabının durumunu, düşmanının zayıf ve güçlü yönlerini tayin etmekle veya izlenecek strateji ile ilgili ilmi kesin başarıyı sağlayan unsurlardan biridir.
Peygamber Efendimiz(sav) eşsiz bir siyasi ve askeri dehaya sahipti. O hem peygamber, hem devlet başkanı, komutan hem de bir toplum ferdi idi. Efendimiz (sav) , ileri görüşlü yani ferasetli bir insandı. Son derece ismetli yani, zeki bir insandı. Peygamberdi, vahiyle destekleniyordu. Onun siyasetini bugün dünyada batılılar uyguluyor. Ve batıl düzenlerini dünyaya kabul ettiriyor. Bizler uygulayamıyoruz ve muhtaç duruma geliyoruz. Efendimiz (sav) in Mekke’yi fethetmesi öyle çabucak olmadı. Hicretin 8. yılıydı. Nübüvvetin ise 21. yılı. Bu kadar yıl önce sabırla sonra hicretle, sonra cihadla sonra uzun vadede fayda verecek olan siyasi girişimlerle fethin alt yapısı hazırlandı.
Efendimiz (sav) in genel siyaseti, prensibi, düşmanını yok etmek değil onu sadece yenmek, ve kazanmaktır. Bu üç şekilde olabilirdi:
a) Kureyş’i ekonomik baskı altına almak ve yalnız bırakmak, zayıflatmak
b) Uzun vadeli politikalarla askeri ve ekonomik gücünü arttırmak
c) İyi bir propaganda
Mekkeliler hayatını ticaretle, yaz ve kış yapılan ticaret yolculuklarıyla kazanır. Kureyş suresinde onların yaz ve kış yolculuklarından bahsedilir.

Efendimiz (sav), hicretten henüz 4 ay sonra kuzeyde Medine’den geçip Suriye ve Mısır’a uzanan kervan yolunu ticarete kapattı. Batıda Yenbu’nun komşusu olan kabilelerle ittifak anlaşmaları yaptı. Kureyşin Necd üzerinden geçen Irak yolunu da kapattı. Mekke üzerinden geçen Avrupa –Hindistan yolu da doğal olarak başka tarafa kaydı ve Mekkeliler bu kervanlardan elde ettiklerini büyük gelirlerinden mahrum oldular. Zaman zaman Efendimiz (sav) Mekke’nin güneye, Yemen’e doğru giden yollarına “Seriyyeler” (küçük birlikler) gönderip baskınlar yaptı.
Hendek savaşından sonra Müslüman Medine devletinin yarımadada itibarı iyice artınca Efendimiz (sav) Yamame bölgesinin reisi Sumame b. Usal ile bir anlaşma yaptı. Mekkelilerin hububat ihracı böylece durduruldu. Ve Mekke’de büyük bir kıtlık başladı. Bu kıtlık yıllarında Efendimiz (sav), 500 altın dinar meblağında bir tutarı Mekke’nin yoksulları arasında dağıttırdı. Böylece halkın arasında sempatizanları iyice arttı. İslamın lehine bir propaganda yapıldı.
6 Hicri 628 Miladi tarihinde yapılan Hudeybiye anlaşması ise kuvvet kullanılmaksızın Mekkelileri yenmenin en güzel yoluydu. Görünüşte müminlerin aleyhine gibi görünen bu anlaşma aslında gerçek bir fetih , Mekke Fethinin de habercisiydi. Çok güzel bir siyaset örneği idi. Hudeybiye anlaşması yeryüzünde çok az lidere nasip olmuş büyük zaferlerden biridir.
Muhammed İzzet Derveze “ Kur’anı Kerimden Tasvirlerle Hz. Muhammed (sav) Hayatı” adlı eserinde konuyla ilgili şöyle der: ( c.2, s 292 -293) “ Şüphesiz Kur’anın büyük bir fetih olarak nitelediği Hudeybiye Musalahası bu vasfa tam olarak müstehaktır. Hatta Hz. Peygamber (sav) in hayatında vuku bulan en büyük hadiselerden biri olarak görmek gerekir. Çünkü;
Kureyşliler bu anlaşmayla, Hz. Peygamber (sav) ve müminlerin varlığını kabul ettiler, tanıdılar, kendilerine denk kabul ettiler. Bu da civar kabileler üzerinde İslam’a karşı olumlu tesir meydana getirdi.
Bu ayeti kerime ile Allah (cc) Hz. Peygamber (sav)’in yaptığı işi teyit etmiş ve maddi manevi büyük zaferler müjdelemiştir.
Medine’de münafıkların sesi kısılmış ve önemsizleşmiştir.
Civar kabilelere davet için elçiler ve mektuplar gönderilmiş, insanlar bölük bölük gelip İslam’a girmişlerdir.
Şam yolu üzerine dizilmiş olan Yahudi merkezleri bir bir ele geçirilmiş, Hayber gibi önemli bir Yahudi kalesi fethedilmiş ve Yahudiler tamamen bölgeden temizlenmişlerdir. (daha önceleri ise Mekke’li müşriklerle uğraşmaktan bunlarla ilgilenmeye vakit olmuyordu.)
Ebu Basir harekatı sayesinde Mekke’liler iyice ekonomik yönden çaresiz kalmışlar, bu da onların itibarını düşüren iyi bir propaganda olmuştur.
Böylece kesin sonuç, İslamın gelişinin amacı olan büyük fetih, Mekke’nin fethi gerçekleşmiştir. İnsanlar bölük bölük Allahın dinine girmişlerdir.

Efendimiz (sav)’in eşsiz askeri dehasını Mekke zaferinin hazırlıkları esnasında da izliyoruz. Onbin kişilik bir ordu hazırlayıp da bunu gizlemek kolay değildir. Efendimiz (sav) askeri hazırlıklara başladı ama niyetini, nereye gideceğini gizledi. Hz. Ebu Bekir bile, kızı Aişe validemize nereye gidileceğini soruyor, fakat cevap alamıyordu. Medine’den bütün çıkışlar durduruldu. Sıkı bir istihbarat çalışması yapıldı.
Saf bir Müslüman olan Hatib S. Ebi Beltaa’nın mektubu yolda gönderdiği kadınla yakalandı. Mektup alındı ve kadın Mekke’ye gönderildi. Böylece Mekke’de bir takım spekülasyonların oluşması sağlandı.
Bunun yanı sıra “Harp hiledir.” düsturunca Efendimiz (sav), Medine’nin tam kuzeyinde “idam” denilen yere Ebu Katade komutasında bir keşif kolu gönderdi. Bu da etrafda duyuruldu. Böylece sanki başka tarafa gidileceği imajı verildi.
Efendimiz (sav) ayrıca ordunun gücünü de göstermek istiyordu. Bunun için müttefik kabilelere hazırlıkların tamamlanıp beklemelerini emretti. Ancak Efendimiz (sav), Medine’den yola çıkınca onlar yolda İslam ordusuna katılacaklardı. Amaç Mekkelileri gafil yakalamak daha savaşmadan teslim olmalarını sağlamaktı.
Bu arada Müminlerin gücünü gösterecek taraftar toplayacak propagandaya da önem verildi. Mekke civarındaki dağlarda orduyu gece konuşlandırıp on bin ateş yaktırmak harika bir propaganda olmuştur. Mekkeliler hemen Ebu Süfyan, Efendimiz (sav)’e yolladılar. Müthiş cesaretleri kırıldı. Asla savaşamayız diye düşündüler.
Efendimiz (sav) o anda Ebu Süfyan’ın evine girenler , Kabe’ye girenler evlerine kapananlar eman altında, yani güvencede olacaklar, şeklinde haberciler salması da olumlu tesir yapan bir propagandadır. Günümüzün silahları olan bilgi ( siyaset ve askeri sahada bir insan psikolojisi alanında ekonomik ve psikolojik çökertme kendi gücünü artırma propagandası) ve medya insanların kalbini kazanır. Gördüğümüz gibi burada çok iyi kullanılmıştır. Efendimiz (sav) bize çok iyi örnek olacak şekilde savaşsız, kansız bu büyük fethi gerçekleştirmiştir.
Efendimiz (sav)’in şehri ele geçirdikten sonra yaptığı düzenlemeler halka hutbe ile duyurulmuş, bağışlama, merhamet ve şefkat göstermesiyle gönüller fethedilmiş, Mekke halkı Müslüman olmuştu. Tam bir teslimiyet gerçekleşti.
Sadakat: Müminlerin Efendimiz (sav) sonsuz bağlılıkları ve itaatleri de fethin gerçekleşmesinde çok etkilidir. Onlar ilk günden itibaren her sıkıntıya katlandılar, eziyet ve işkencelere sabrettiler. Onunla hicret ettiler ve Ensar onları bağrına bastı. Hicret fethin ilk şartıydı. Eğer canana ulaşmak istiyorsa insan candan geçmeliydi. Her insanın hayatında imanın sınandığı sabır dönemi, Hicret ve Medine dönemi ve Fetih yaşanır. İnsan bunların idrakinde olursa Müminlerin Efendimize (sav) sonsuz bağlılıklarını itaatlerini ve müminlerin kardeşliklerini safların sıklığını örnek alırsa kazananlardan olacaklardır. Fetih müyesser olacaktır. Mekke’yi fethetmeye giden ordu namazlarda saf durmakla teslim etmiş öylesine nizamlıydı ki gören düşman onları yenilmez, yıkılmaz buluyor ve dehşete düşüyordu.
Mekke’nin fethinin hazırlık dönemi kadar sonucu da önemli derslerle doludur. Efendimiz (sav) Mekke’ye 21 Ramazan 8. H. 14 Aralık 629 Çarşamba günü girdi. Mekke’nin fethi sonuçları itibariyle de birçok ibretlerle doludur.
1. Şehre Giriş;
Efendimiz (sav) doğduğu, büyüdüğü sonra sürülüp çıkarıldığı şehre muhteşem bir orduyla girerken üzerinde kibirli, azametli bir hükümdar edası değil, şükür dolu bir kul edası vardı. Başı devesinin üzerine secde ediyor, Subhanallah, elhamdülillah diyerek zikrediyor.
İşte bu nübüvvet farkı idi. Ebu Süfyan dar bir geçitte bütün ordunun geçişi ona
seyrettirilirken Abbas (ra) ‘a “Kardeşinin oğlu ne büyük bir saltanata kavuşmuş” dedi. O da “ hayır Ebu Süfyan farkı anlamıyorsun bu saltanat değil, nübüvvet “ diyordu.
O bir savaş peygamberi, aynı zamanda savaşta bile rahmet peygamberiydi. Efendimiz (sav) e Sad. B. Ubade’nin “bugün destan günü , bugün Kabe’nin helal olduğu gün” dediği haber verildi. Efendimiz (sav) “hayır” dedi. Aksine bugün rahmet günü , Alla’hın Kabe’nin şerefini yücelttiği gündür. Sonra sancağı, Sad B. Ubade’den alıp, Hz. Ali’ye verdi.Sonra emir verdi. Bugün kesinlikle savaşılmayacak, kan dökülmeyecekti. Karşı duranlar müstesna. Halid b. Velid’e karşı bir gurup saldırdı. Küçük bir çatışma oldu bunun dışında kan dökülmedi. Ona sonsuz bir bağlılıkla bağlı olan muhacir ve ensar da Allah’a şükrediyordu. Bugün bir zamanlar Mekke sokaklarında boynunda halatlarla dolaştırılan Bilal Kabenin damına ulaşmış Allahu Ekber nidalarıyla ezan okuyordu. Bu müthiş bir manzaraydı.
2. Putlar Kırıldı
Efendimiz (sav) Kabe’yi tavaf etti, cemaatle namazı kıldırdı, ve Kabe’nin içindeki
bütün putları kırdırdı . Şimdi sıra gönül putlarının kırılmasındadır. Putlara asasıyla dokunuyor ve “Hak geldi Batıl zail oldu” ayetini okuyordu. Burada efendimiz (s.a.v.) “Ümmetimin tekrar dönüp putlara tapmalarından korkmuyorum, ama onların gizli şirke düşmelerinden korkuyorum. O da riyadır.” Buyurmuştur.
3. Genel Af ve Hutbe
Hz. Peygamber (sav) ertesi gün düzen sağlanınca cemaatle öğle namazını kıldırdı. Ve
bir hutbe irad ettiler. Hutbede dikkati çeken üç önemli husus vardır:
1. Irk, soy, sop farklılıklarının cahiliye adetlerinin kaldırılması,
2. Bu fetih gününden sonra Kabe’yi ebediyen haram, yani hürmetli ve yüce kılması,
3. Genel af.
4. İnsanlar bölük bölük geçip İslama girdiler.
Genel af herkesi çok etkilemişti. Hind yüzü örtülü olarak geldi. Vahşi Efendimiz (sav) in yanına utançtan giremedi. Müslüman olup affedilince de hep Efendimiz (sav) in görmeyeceği köşelerde namaz kıldı. Bilal ezan okurken “ babam da bu durumu görseydi , kahrından ölürdü” diyen Attab b. Esid biraz sonra genel af ilan edildiğini duyunca öne atıldı ve ilk defa Müslüman oldu. Efendimiz (sav) de onu Mekke’ye vali yatin etti. Hakkında ölüm emri çıkarılan 14 kişi afdileyip Müslüman olunca onlar da affedildi. Efendimiz (sav) orada asker bırakmadı. Mekke halkına son derece cömert ve yumuşak davrandı.
5. Mekke’nin Fethiyle Müslümanların gücüne güç katıldı.
Ve Mekkelilerin de katılmasıyla hala, İslamı kabul etmeyen Taif ve Hevazin üzerine gidildi. Çok kısa bir süre sonra bütün Arabistan yarımadası Müslüman olmuştur. İki yıl geçmeden artık dünyada misyonu sona eren ama mesajı kıyamete kadar yaşayacak olan Efendimiz (sav), Rabbine kavuştu. Allah (cc) bize de Efendimiz (sav) ve onun kutlu ashabını örnek almasını, onlar gibi yaşamayı nasip etsin. Hem ferd, hem de camia olarak bize fetih nasip eylesin.

Kaynaklar:

Asım Köksal, İslam Tarihi
Said Ramazan el-Buti, Fıkhu’s-Siyre
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Hak Dini Kur’an Dili

HİCRET VE İSLAM TARİHİNDEKİ YERİ

HİCRET VE İSLAM TARİHİNDEKİ YER

“Hicret” sözlükte kişinin başkasını el, dil veya kalben terk etmesi manalarına gelir.[1] Terim olarak “Hicret: Peygamberimizin (s.a.) Mekke’den Medine’ye göç etmesidir.”
Hz. Peygamber (s.a.), cahiliye kelimesi ile ifade ettiğimiz öyle bir devirde gelmişti ki, o günün Arap cemiyeti, tarihinin en karanlık devresini yaşıyordu. İnsanlar ilah diye kendi elleriyle yaptıkları ağaçtan, taştan veya helva vb. gibi putlara tapıyorlardı. Kanun ve nizam yoktu. Haklı daima kuvvetli olan idi. Köle ve kadınlar insan yerine konmayarak eşya muamelesi görüyorlardı. Fakir fukara da himaye ve desteksizlik altında eziliyordu.
Böyle bir ortamda Allah (c.c.)’u Hz. Peygamber (s.a.)’i, risaletle görevlendirdi. Doğru yolu gösteren bir uyarıcı olarak insanların karşısına çıkıp onları islama davet etti. İnsanlığın vazgeçmesi veya ertelemesi mümkün olmayan ana ilkeleri koyarak insanlığı onlara uymaya çağırdı. "Ey insanlar, Allah birdir, ondan başka ilah yoktur, elinizle yaptıklarınıza tapmak sapıklıktır. Başıboş değilsiniz, hayır ve şer, iyi ve kötü yaptıklarınızdan sorumlusunuz. Öyle ise, zulümden vazgeçin, zayıfın hakkını çiğnemeyin, haksız yere kan dökmeyin, kimseye zulmetmeyin. Zayıfları, yetimleri ezmeyin, onları himaye edin. Köle ve fakirlere yardım edin. Kadınlara kötü muameleden vazgeçin, onları anneleriniz, kızlarınız ve kız kardeşleriniz bilin... vs." gibi. Yaşadığı sürece de bu değer yargılarını oturtmaya ve yerleştirmeye çalıştı. Ümmetine de bunlara sahip çıkması ve bu uğurda mücadele etmelerini emrettiler.
Hz. Peygamber'in bu davetine uymak, cemiyeti elinde tutan kuvvetli, zengin ve nüfuzlu azınlığın işine gelmiyordu. Hep istihkar ve zülüm ede geldikleri o insanlara değer vermek, onlara insan muamelesi yapmak ve onları kendileriyle eşit konumda görmek istemiyorlardı. Menfaatlerinin devamını eski düzenlerinin devamında görüyorlardı.
Bu sebeple, Hz. Peygamber (s.a.)'e şiddetle karşı koydular. Önceleri yalnız bırakmak, ciddiye almamak, alay etmek yolunu tuttular. Fakat etrafında köle, zayıf ve fakirlerin teşkil ettiği mü'minler halkasının gittikçe genişlemeye başladığını görünce taktiklerini değiştirerek zulüm ve işkenceye ve mü'minleri öldürmeye başladılar. Hatta Peygamberi (s.a.)’i öldürmeye karar aldılar. Böylece de İslam’ı, Peygamberini ve ona inananları yok edeceklerini, kendilerince yakın tehlike saydıkları bu duruma son vereceklerini düşünüyorlardı. İşte "hicret" müşriklerin mukavemet ve İslam'ı söndürme faaliyetlerine karşı Hz. Peygamber (s.a.) ve ashabının dini "neşretmek, yaşamak ve yaşatmak" için Allâh Teâlâ’nın emriyle Mekke’den Medine’ye yaptıkları göç hareketinin adıdır.
“Hicret” bir beldeden diğerine iş bulma veya daha iyi yaşam şartlarına kavuşma vb. gibi bir göç hareketi değildir. Zira Hz. Peygamber hicreti "göçebe olmayan (yerleşik) bir kimse için felaketlerin en büyüğü" olarak tavsif eder[2]. Belki “Hicret” dini yaşamak, yaşatmak, neşretmek ve yeni bir İslam topluluğu oluşturmak ve oluşan bu toplumu sayıca çoğaltarak koruma ve destekleme hareketidir. Zira Hz. Peygamber ( s.a.v. ) ashabını hem hicrete teşvik etmiş hem de hicret etmeyenler hakkında müeyyide getirmiştir. Bu sebeple de hicret "her inanan kimseye" FARZ” ilan edildi. Hz. Peygamber (s.a.): "Bir müşrik, Müslüman olduktan sonra hicret edip müşriklerden ayrılmadıkça Allah onun hiçbir amelini kabul etmez"[3] buyurdu. Bu hususu te'yid eden Kur'an-ı Kerim: "...İman edip de hicret etmeyenlere ise, hicret edecekleri zamana kadar, sizin onlara hiçbir şey ile velayetiniz yoktur..." der.(Enfal, 8/72)
Hicretin fazilet ve değerini Kur'an-ı Kerim birçok ayetleriyle mü'min kalb ve gönüllerde tesbit eder. Şu ayette faziletli ameller sayılırken, hicret, imandan sonra zikredilir: " İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de iste onlardır. Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Süphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır. "(Tövbe,20-22)
Bu itibarla hicret bir göç veya kaçış değil belki İslam’ı ve Müslümanları takviye, devleti oluşturma ve dini islamı ebedi kılmak için yapılan askeri, siyasi ve kültürel hareketin ismidir. Bu nedenle de bu manadaki hicret devam etmektedir.
Ancak, Mekke'nin fethinden sonra İslam'ın artık takviye için muhacirlere ihtiyacı kalmamış olması ve Müslümanların da her yerde dinlerini istedikleri gibi tatbik edecek nüfuz ve kuvveti elde etmiş olmaları sebebiyle, Hz. Peygamber (s.a.) "hicret müessesesi"ni kaldırmaya karar vermiştir, bu sebeple ricacı olarak gelen amcası Abbas'a şöyle der: "Mekke'nin fethinden sonra hicret mümkün değildir." Benzer bir talebe Mücaşi b. Mes'ud da Resulullah'tan: "Hayır! Artık seninle İslam üzere biat ederiz. Zira Fetihten sonra hicret yok" cevabını alır.[4]
Hz.Peygamberimizin ilga ettiği hicret, Rasulullah’ın sağlığında Mekke ve havalisinden Medine'ye olan hicretti.[5]. Ancak umumi manada hicret devam etmektedir. Zira Mekke Fethi'nden sonra, hicret, belli bir hâdise değil, bir kavramdır. Her an, her yerde ve her asırda kıyamete kadar baki kalacak bir mananın kavramsal ismi olmuştur. Öyle bir kavram ki, ferdî bazda, dini yaşayışı arama, umumi manada da, dini takviye ve kurtarma gibi iki mühim hakikati içinde barındırdığı için son derece övülerek, imandan sonra en faziletli amel derecesine yükseltilmiştir.. O dereceye ulaşmak ve ondan bir pay alabilmek için sahabeden bazıları araya şefaatçiler koymuşlardır. Fakat bu Peygamberimizce kabul edilmemiştir. "Hakiki muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir." [6] Diğer bir hadisinde "Hicret ikidir, biri kötülüklerden hicret, diğeri de Allah ve Resulü'ne hicrettir" buyurmuştur.[7]
Aynı mana başka rivayetlerde daha farklı ifadelerle tebliğ ve te'yid edilmiştir: "Hakiki muhacir, hata ve günahları terk edendir."[8] "Hakiki muhacir, Allah'ın üzerine haram kıldığı şeyleri terk edendir[9] Hicret, herkes için her zamanda ve her mekanda mümkün ve vakidir. Nitekim Peygamberimiz (s.a.v. ) şöyle buyurmuşlardır: Füdeyk Ebu Beşir ez-Zebîdî (r.a.) Resulullah'a gelerek: "Ey Allah'ın Resulü! İnsanlar zannediyorlar ki, hicret etmeyen helak olmuştur, (bu doğru mu?)" diye sorar. Resulullah şu cevabı verir: "Ey Füdeyk! Namazı kıl, zekatı ver, kötülüklerden hicret et, ondan sonra yeryüzünde de dilediğin yerde otur!".[10]
Hz. Ömer devrinde sahabelerin, Müslümanlar için bir takvim belirleme ihtiyacını duydukları vakit, takvimin başlangıç noktası olarak, Hz. Peygamber (s.a.)'in Mekke'den Medine'ye hicretini esas almaları, "hicret"e verilen değeri en iyi şekilde izah eder.
Hicret kötü şartlardan kaçış değil, dini yaşatacak şartların aranışıdır. Taktik olarak tahammülü mümkün olmayan kötü şartların sabrıdır, cihadıdır. Bu açıdan hicret, sabır ve cihad gibi birbirini tamamlayan İslamî cihana yayma halkalarının birer parçalarıdır.
IV- Konu ile ilgili bazı ayet ve hadisler
إِنَّ الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ فِي سَبِيلِ اللّهِ وَالَّذِينَ آوَواْ وَّنَصَرُواْ أُوْلَـئِكَ بَعْضُهُمْ أَوْلِيَاء بَعْضٍ وَالَّذِينَ آمَنُواْ وَلَمْ يُهَاجِرُواْ مَا لَكُم مِّن وَلاَيَتِهِم مِّن شَيْءٍ حَتَّى يُهَاجِرُواْ وَإِنِ اسْتَنصَرُوكُمْ فِي الدِّينِ فَعَلَيْكُمُ النَّصْرُ إِلاَّ عَلَى قَوْمٍ بَيْنَكُمْ وَبَيْنَهُم مِّيثَاقٌ وَاللّهُ بِمَا تَعْمَلُونَ بَصِيرٌ
“İman edip de hicret edenler, Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler ve (muhacirleri) barındırıp yardım edenler var ya, iste onların bir kısmi diğer bir kısmının dostlarıdır. İman edip de hicret etmeyenlere gelince, onlar hicret edinceye kadar size onların mirasından hiçbir pay yoktur. Eğer onlar din hususunda sizden yardim isterlerse, sizinle aralarında sözleşme bulunan bir kavim aleyhine olmaksızın (o müslümanlara) yardim etmek üzerinize borçtur. Allah yapacaklarınızı hakkıyla görmektedir.” Enfal, 8 /72
الَّذِينَ آمَنُواْ وَهَاجَرُواْ وَجَاهَدُواْ فِي سَبِيلِ اللّهِ بِأَمْوَالِهِمْ وَأَنفُسِهِمْ أَعْظَمُ دَرَجَةً عِندَ اللّهِ وَأُوْلَئِكَ هُمُ الْفَائِزُونَ يُبَشِّرُهُمْ رَبُّهُم بِرَحْمَةٍ مِّنْهُ وَرِضْوَانٍ وَجَنَّاتٍ لَّهُمْ فِيهَا نَعِيمٌ مُّقِيمٌ خَالِدِينَ فِيهَا أَبَدًا إِنَّ اللّهَ عِندَهُ أَجْرٌ عَظِيمٌ
“İman edip de hicret edenler ve Allah yolunda mallarıyla, canlarıyla cihad edenler, rütbe bakımından Allah katında daha üstündürler. Kurtuluşa erenler de iste onlardır. Rableri onlara, tarafından bir rahmet ve hoşnutluk ile, kendileri için, içinde tükenmez nimetler bulunan cennetler müjdeler. Onlar orada ebedî kalacaklardır. Süphesiz ki Allah katında büyük mükâfat vardır.” Tövbe, 9/ 20-22

‏عَنْ ‏ ‏عَبْدِ اللَّهِ بْنِ عَمْرٍو ‏ ‏قَالَ : ‏قَالَ رَجُلٌ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَيُّ الْهِجْرَةِ أَفْضَلُ قَالَ ‏ ‏أَنْ تَهْجُرَ مَا كَرِهَ رَبُّكَ عَزَّ وَجَلَّ وَقَالَ رَسُولُ اللَّهِ ‏ ‏صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‏الْهِجْرَةُ هِجْرَتَانِ هِجْرَةُ الْحَاضِرِ‏ وَهِجْرَةُ الْبَادِي فَأَمَّا الْبَادِي فَيُجِيبُ إِذَا دُعِيَ وَيُطِيعُ إِذَا أُمِرَ‏ وَأَمَّا الْحَاضِرُ فَهُوَ أَعْظَمُهُمَا ‏ ‏بَلِيَّةً َأَعْظَمُهُمَا أَجْرًا
“Bir kişi Peygamberimiz (s.a.v. )’e hicretin hangisi daha efdal diye sordular. Peygamberimiz (s.a.v. ) şöyle buyurmuşlardır: “Rabbinin hoşlanmadığı şeyleri terk etmendir. Hicret ikidir. Biri yerleşik olanın hicreti, diğeri de göçebe olanın hicretidir. Göçebe olana gelince, çağrıldığında icabet eder, emrolunduğunda ise itaat eder. Yerleşik olanın hicretine gelince; Hicret o kimse için felaketlerin en büyüğü olduğu gibi ecirlerinde en büyüğüdür.”[11]
‏عَن عَبْدِاللَّهِ بْن ِعَمْرو ‏رَضِيَ اللَّهُ عَنْهُمَا ‏عَنْ النَّبِيِّ ‏ ‏صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‏ ‏قَالَ ‏ ‏الْمُسْلِمُ مَنْ سَلِمَ الْمُسْلِمُونَ مِنْ لِسَانِهِ وَيَدِهِ وَالْمُهَاجِرُ مَنْ هَجَرَ مَا نَهَى اللَّهُ عَنْهُ
“Hakiki müslüman, o kimsedir ki diğer müslümanlar onun dilinden ve elinin (şerrinden) emin olurlar. Hakiki muhacir, Allah'ın yasakladığı şeylerden kaçan, onları terk eden kimsedir."[12]
‏فَقُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ إِنِّي تَرَكْتُ مَنْ خَلْفِي وَهُمْ يَزْعُمُونَ أَنَّ الْهِجْرَةَ قَدْ انْقَطَعَتْ قَالَ ‏ ‏لَا تَنْقَطِعُ الْهِجْرَةُ مَا قُوتِلَ الْكُفَّارُ
Abdullah b. Sa’d “Ey Allah’ın Rasulü! Muhakkak ki ben, arkamda, artık hicretin sona erdiğine inanan bir toplum bıraktım” dedim. Peygamberimiz (s.a.v. ) “Küffarla cihad devam ettiği sürece, hicret sona ermeyecektir” buyurdular.[13]
‏أَنَّ‏أَبَا فَاطِمَةَ حَدَّثَهُ ‏أَنَّهُ قَالَ : يَا رَسُولَ اللَّهِ حَدِّثْنِي بِعَمَلٍ أَسْتَقِيمُ عَلَيْهِ وَأَعْمَلُهُ قَالَ لَهُ رَسُولُ اللَّهِ ‏ ‏صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‏ ‏عَلَيْكَ بِالْهِجْرَةِ فَإِنَّهُ لَا مِثْلَ لَهَا .
Ebu Fatıma Peygamberimize gelerek “Ey Allah’ın Resulü! Bana sürekli yapacağım bir amel söyle” der. Peygamberimiz de ona “Hicret et. Zira onun sevab da dengi yoktur” buyurdular.[14]
‏‏قَالَ َّ رَسُولَ اللَّهِ ‏ ‏صَلَّى اللَّهُ عَلَيْهِ وَسَلَّمَ ‏ وَحَوْلَهُ عِصَابَةٌ مِنْ أَصْحَابِهِ ‏ ‏تُبَايِعُونِي عَلَى أَنْ لَا تُشْرِكُوا بِاللَّهِ شَيْئًا وَلَا تَسْرِقُوا وَلَا تَزْنُوا وَلَا تَقْتُلُوا أَوْلَادَكُمْ وَلَا تَأْتُوا ‏ ‏بِبُهْتَانٍ ‏ ‏تَفْتَرُونَهُ ‏ ‏بَيْنَ أَيْدِيكُمْ وَأَرْجُلِكُمْ وَلَا تَعْصُونِي فِي مَعْرُوفٍ فَمَنْ وَفَّى فَأَجْرُهُ عَلَى اللَّهِ وَمَنْ أَصَابَ مِنْكُمْ شَيْئًا فَعُوقِبَ بِهِ فَهُوَ لَهُ كَفَّارَةٌ وَمَنْ أَصَابَ مِنْ ذَلِكَ شَيْئًا ثُمَّ سَتَرَهُ اللَّهُ فَأَمْرُهُ إِلَى اللَّهِ إِنْ شَاءَ عَفَا عَنْهُ وَإِنْ شَاءَ عَاقَبَهُ ‏
“Ubadetu'bnu's-Sâmit (r.a.) anlatıyor: Biz, bir seferinde Hz. Peygamber (s.a.)'le aynı cemaatte beraber oturuyorduk ki: "Allah'a hiçbir şey ortak koşmamak, hırsızlık yapmamak, zina yapmamak, çocuklarımızı öldürmemek, halde ve istikbalde iftirada bulunmamak, meşru dairedeki emirlerde kendisine isyan etmemek üzere biat edin” buyurdu. Bizlerde evet diyerek bu şartlarla biat ettik. Sonra buyurdular ki “Kim de bu yasaklardan birini işleyecek olurda cezalandırılırsa, cezası ona keffaret olur. Kim de bu yasaklardan birini işleyecek olur sonra da gizli kaldığından cezalandırılmazsa, artık işi Allah'a kalmıştır, dilerse affeder, dilerse cezalandırır." buyurdular.[15]
Yararlanılabilecek Bazı Kaynaklar
1- Konuyla ilgili faydalanılabilecek diğer ayetler: Nisa, 4/ 89; Ali İmran, 3/ 195; Yasin, 36/9; [1] Tövbe, 20-22, Enfal, 8/72-75; Enfal, 8 /72
2- Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, Md. Hicret, 17/ 458
3- Şamil İslam Ansiklopedisi, Md. Hicret, 2/ 413
4- Doğuştan günümüze Büyük İslam Tarihi, Komisyon, Konya 1994, 1/ 251
5- İbrahim Canan, Hadis Ansiklopedisi, 16/ 109
6- İbni Hişam, Es-Sire en-Nebeviye, Daru’t-Turas el-Arabi, 1995 Beyrut, 2/93
7- Kutub’u Sitte, Akçağ Yayınları


[1] Rağıb İsfehani, el-Mufredat Fi garibi’l-Kuran, Şam 1997, s 853
[2] Nesai, Sünen, Bey’at, 12 (4172) c.7 s. 144
[3] Sanani, Subulu’s-Selam, 4/ 85
[4] Müslim, İmaret 20 (1865) c.2 s.1487-1488
[5] Müslim, İmaret 20 (1863) c.2 s.1488; Nevevi, Şerhu Müslim, 13/ 8
[6] Buhari, Sahih, İman, 4 c.1 s. 8-9;
[7] İbnu’l-Esir, Usdu’l-Gabe, Daru’l-Fikr, Beyrut 1994, c. 4 s 47
[8] İbnu Mace, Sünen, Fiten, 2 (3934) c.2 s. 1298
[9] Ebu Davud, Sünen, vitir, 12 (1449) c. 2 s. 146; Müsnedi İmam Ahmed, 3/ 412
[10] İbnu’l-Esir, Usdu’l-Gabe, Daru’l-Fıkr, Beyrut 1994, c.4 s 47
[11] Nesai, Sünen, Bey’at, 12 (4162) c.7 s.144
[12] Buhari, Sahih, İman, 4(10) c.1 s. 8-9
[13] Nesai, Bey’at 9 (4158) c.7 s.141
[14] Nesai, Sünen, Bey’at, 14 (4164) c.7 s. 145
[15] Nesai, Sünen, Bey’at, 9 ( 4159)

İSLAM KARDEŞLİĞİ

İSLAM KARDEŞLİĞİ

Kardeş denildiğinde, genellikle aynı anneden ve babadan dünyaya gelen kişiler, akla gelse de, aynı dine mensup olmayı ifade eden akide birliği de kardeşliği oluşturur. İslam dininde, nesep yönüyle kardeşliğe de belirli ölçüler içinde hukuki bir yer verilmekle birlikte esas kardeşlik, akide temeline dayanmaktadır (9/Tevbe, 23). Allah ( c.c ), kur`an-ı Kerim`de şöyle buyurmaktadır: “Mü`minler ancak kardeştirler. Öyleyse kardeşlerinizin arasını bulup düzeltin ve Allah`tan ittika edip korkun; umulur ki merhamete ulaşırsınız.” (49/Hucurat, 10). Ayet-i kerimeden de açıkça anlaşılacağı üzere, ancak iman bağıyla bir araya gelenler kardeş olarak kabul edilmektedirler. Bu ayetin net bir şekilde ortaya koyduğu gibi, yeryüzünün neresinde yaşıyor olurlarsa olsunlar, hangi dili konuşuyorlarsa konuşsunlar, hangi kavme mensup ve hangi renkten olurlarsa olsunlar bütün mü`minler kelimenin tam anlamıyla birbirlerinin sadık dostlarıdır. Bu kardeşler kendi aralarında apayrı bir topluluk oluşturur/oluşturmalıdır.
Aslında kardeşlik dille ya da yazıyla anlatılmaz. Kardeşliğin tesis edilmesi için her şeyden önce inancın bir olması gerekmektedir.
Kuran kardeşliği emretmektedir. Müminler ancak kardeştir. Öyleyse kardeşleriniz arasını düzeltin ve Allahtan ittika edip korkun ki merhamete ulaşasınız hucurat 49. muhacir ve ensar bu kardeşliğin en güzel örneği olmuştur. Mekke’den medine’ ye hicret eden müminleri ağırlayan Medineli müminlerdir.(ensar) onların bu güzel ahlakları kuranı kerimde şöyle bildirilmiştir ‘kendilerinden önce o yurdu (medineyi) hazırlayıp imanı gönüllerine yerleştirenler ise hicret edenleri severler. Ve onlara verilen şeylerden dolayı içlerinde bir ihtiyaç arzusu duymazlar. Kendilerinde bir açıklık ( ihtiyaç) olsa bile kardeşlerini öz nefislerine tercih ederler. Kim nefsinin cimri ve bencil tutkularından korunmuşsa işte onlar felah bulanlardır.’ (Ali İmran 105)
Bu ayette hem Mekkeli muhacirler, hem de Medineli ensar Müslümanların güzel ahlaklarından söz edilmektedir. Mekkeli müminler mallarını, akrabalarını, eşyalarını, evlerini, bağlarını, bahçelerini, işlerini geride bırakıp Allah’ın (c.c.) dinini yaşayabilmek için yurtlarından çıkmış, Medine’ye hicret etmişlerdir. Yani muhacir olmuşlar, Allah’ın rızasını kazanabilmek için sahip oldukları her şeyi geride bırakmayı göze almışlardır. Medineli müminler(ensar), Mekke den gelen bu güvenilir ve sadık mümin kardeşlerini en güzel şekilde karşılamış ve en güzel şekilde ağırlamışlardır. Kendi ihtiyaçlarını düşünmeksizin mümin kardeşlerine ikram etmişler, en güzel giyecek, yiyecek ve evlerini onlar için ayırmışlar, onlara en rahat edecek barınakları sağlamışlardır.
Sünnet kardeşliği emretmektedir. “Allah`ın, (birbirine) kardeş kulları olun”. (Buhari, Nikâh 45) “Birbirinizle hasetleşmeyin. Almayacağınız bir malın fiyatını müşteri kızıştırmak için arttırmayın. Birbirinize kin ve nefret beslemeyin. Birbirinize darılıp yüz çevirmeyin. Birinizin satışı üzerine başka biriniz satış yapmasın. Ey Allah`ın kulları, böylelikle kardeş olun. Müslüman, müslümanın kardeşidir. Ona zulüm ve haksızlık yapmaz, yardımı kesmez ve onu hakir görmez. Peygamberimiz üç defa göğsüne işaret ederek buyurdular ki: Takva buradadır. Müslüman kardeşini hor ve hakir görmesi, bir kimseye şer olarak yeter. Her “Müslüman’ın kanı, malı ve ırzı başka Müslümana haramdır.” (Buhari, Hikah 45, Edeb 57–58, 62;Müslim, Birr 30 -32; Ebu Davud, Edeb 47; Tirmizi, Birr 24; İbn Mace, Dua 5) “Allah`ın eli cemaatle beraberdir.” (Tirmizi, Fiten 7, hadis no: 2166, Humus 1966; Nisai, Tahrim 6). “Cemaat rahmet, tefrika (ayrılık çıkarma) azaptır.” (Ahmed bin Hanbel, 4/145, 278)

Hayat rehberimiz ve tek önderimiz bazı Hadis-i Şeriflerde şöyle buyurmuşlardır:

“Sizden biriniz kendisi için sevip arzu ettiği şeyi din kardeşi için de sevip istemedikçe (gerçek anlamda) iman etmiş olmaz.”(Buhari, İman 6,7; Müslim, İman 71–72; Tirmizi, Kıyamet 59; Nesai, İman 19,33; İbn Mace, Mukaddime 9)
“Amellerin en faziletlisi Allah için sevmek, Allah için buğzetmektir.” (Ebu Davud, hadis no: 4599
“ Allah Tebareke ve Teala şöyle hükmetti.; “Benim rızam için birbirlerini sevenlere, benim için bir araya gelenlere , benim için birbirlerini ziyaret edenlere ve benim için birbirlerine harcayanlara sevgim vacip olmuştur.”(Muvatta, Şi`r 16, h. No: 2, 953, 954)
“Müslüman müslümanın kardeşidir. Ona zulmetmez ve başkalarının da zulmetmesine razı olmaz.” (Buhari, Mezalim 3)
“Müslümanın Müslüman üzerindeki hakkı beştir: Selamını almak, hasta ise ziyaretine gitmek, cenazesine katılmak, (meşru) davetine uymak, hapşırdığı zaman “yerhamükellah- Allah sana rahmet etsin demek.” (Buhari, Cenaiz 2; Müslim, Selam 3, hadis no: 2162; Ebu Davud, Edeb hadis no:5030; Nesai, Cenaiz 52; Tirmizi, EDEB 1. Hadis no: 2736)
“Birbirlerine karşı sevgi, şefkat ve acımalarında müminler bir tek cesede benzerler. Cesedin bir organı rahatsız olunca diğer organları da uykusuzluk ve ateş ile onun rahatsızlığını paylaşır.” (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66, Ahmed bin Hanbel, Müsned 4/270 Peygamber (s.a.s.) : “Mü`minler, bir binanın taşları gibi birbirini tutar” deyip parmaklarını birbirine geçirmiştir” ( Buhari, Salat 88, Edeb 36, Mezalim 5; Müslim, Birr 65; Tirmizi, Birr 18; Nesai, Zekat 67; Ahmed bin Hanbel, Müsned 4.104.405.409)
“Birbirinize haset etmeyiniz, birbirinizin satışına engel olmayınız, kızmayınız, sırt çevirmeyiniz, ey Allah`ın kulları, kardeş olunuz. Müslüman müslümanın kardeşidir, ona zulmetmez, onu rüsvay etmez, ona hakaret etmez.”(Devamında Rasulullah (s.a.s.) göğsüne işaret ederek üç defa:) “Takva buradadır.” Buyurdu. (Buhari, Hikah 45, Edep 57–58,62; Müslim, Birr 30–32)
“(Hiçbir kötülüğü olmasa dahi ) kişinin, Müslüman kardeşine hakaret etmesi kendisine yeter. Her müslümanın diğerini kanı, malı ve namusu haramdır.” (Müslim, Birr 32; Ebu Davud, Edeb)
Huzeyfe oğlu Ebu Cehim (r.a) hazretleri anlatıyor “Yermuk savaşında amcamın oğlunu aramaya çıkmıştım. Yanıma biraz su da aldım, belki suya ihtiyacı vardır da içiririm diye, tesadüfen onu buldum. Ölmek üzere idi. Boğazına su akıtayım mı? Diye sordum, işaretle evet dedi. Fakat tam o sırada yanı başımızda ölmek üzere olan başka biri de ah etti. Amcamın oğlu sesi işitince vazgeçti, işaretle suyu ona götürmemi istedi. Suyu aldım onun yanına gittim, baktım. Ebul as oğlu Hişam idi. Yanına henüz varmıştım ki yakınındaki bir başka sahabi acıyla inledi. Hişam işaretle suyu ona götürmemi istedi. Suyu alıp ona gittim, fakat ben varıncaya kadar ölmüştü. Hişam`ın yanına döndüm, o da ruhunu teslim etmişti. Hemen amcamın oğlunun yanına gittim, o da cansız yatıyordu”.
Şu fedakârlığın derecesine bakınız ki, kardeşi son nefesini verirken susuzluktan ölmek üzere olduğu halde kendisine ikram edilen suyu içmeyip kardeşine gönderiyor ve susuzluktan ölüyor. O ölenlerin ruhlarını Allah kendi lütuf ve keremi ile yüceltsin. Ölürlerken, hisleri ve şuurları kaybolmak üzere iken bile kardeşlerine yardım etmeye çalışıyorlar.
Akıl kardeşliği emretmektedir. Tek başımıza kaldıramadığımız ağır bir yükü, kardeşlerimizle elbirliği edip birleşerek kaldırabiliriz. Davanın hâkim olması, küfre ve zulme kıyam edilmesi gibi birkaç kişinin kaldıramayacağı cihat yükünü de ancak birleşerek yerine getirebiliriz. Tek tek kolay kırılabilen okun çubuklarını, büyük bir demet yaptığımızda kıramayacakları gibi, sürüden ayrılıp tek kalanı, kurdun yediği gibi, bireysellik de cinden ve insandan şeytanların tuzaklarına kolay düşürür, kardeşleriyle dayanışmadan uzak kalan insan, batıla hizmet edenlerin kolay avı olur.
Tarih kardeşliği emretmektedir. Başta beni İsrail olmak üzere, nice eski kavimler kardeş olmaları gerekirken tefrikaya düşmeleri yüzünden acı mağlubiyetler tatmışlar, niceleri tarihten silinmişlerdir. Beylikler dönemindeki durum ile Osmanlılar arasındaki fark ve yine ırkçılık, milliyetçilik (ulusalcılık) gibi ümmetin vahdetini bozan fikirlerle tek ümmet ve büyük tek devletten küçük küçük 87 ülkeye ayrılmış, ciddi ağırlıkları olmayan günümüz Müslüman dünyasının durumu, ibret almak için yeterlidir.
Ümmetin dertleriyle dertlenmeyenin onlardan olmadığı nebevi ifadesi ışığında tüm ümmetle kardeşlik bağı oluşturan yolları açmamız, gerekmektedir. Bir Allah`ın bir tek olan hak yolundan giderek, birr`e ulaşmak için muvahhid/birleyici olmaları Müslümanların birbirini sevmeleri ve kardeşlik yolunda ilerleyerek adım adım ümmet birliğine doğru yol almaları gerekmektedir. Allahu Teala bizi dünya ve ahiret saadetine şöyle davet ediyor: “Ey iman edenler! Hepiniz topluca barışa, birlik ve dirliğe (Silm`e, İslam`a ) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” (2/Bakara, 208) “Allah`a ve Rasulü`ne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız, gücünüz gider. Sabredin. Şüphesiz Allah, sabredenlerle beraberdir.”(8/Enfal, 46)
Bu kardeşliğin gücünü bilen kâfirler, ümmeti bölüp parçalamakta, yapay ayrılıkları körüklemekte ve tek ümmet olmaya giden yolu Müslümanlara hayal bile ettirmemektedir. Ama kâfirler kadar bile konunun önemini kavramayan Müslüman geçinen halk, ihtilaftan tefrikaya, tefrikadan düşmanlığa, düşmanlıktan savaşa kadar her şeytani yolu kardeşi için ortaya koymaktan çekinmemektedir. Irak`taki ümmetin perişan halinin fotoğrafı budur.

İslam`ın hâkim değil, mahkûm olduğu günümüz dünyasında kardeşliğin yerini bireysel çıkarlar almıştır. Hâlbuki İslam, mü`minleri sevip onlarla kardeşlik ilişkisini iman etmenin zaruri bir yansıması olarak görmüştür. Mü`min mü`minin iki cihan cennetidir. Bir mü`minin, diğer iman eden kardeşlerine görevlerini yerine getirmeden dünyada devlete, ahirete cennete ulaması çok zordur.İmanı kardeşlik bilinci ve uygulamasından ayrı olarak düşünmeyen tek önderimiz Rasulullah (s.a.s) buyurur ki: “Nefsim yedinde olan Allah`a yemin ederim ki, iman etmedikçe cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.” (Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66). Yine, kardeşlik bağı ile iman bağının aynı olduğunu, biri kopunca diğerinin de kopacağını belirten bir hadiste şöyle buyrulur; “Nefsimi elinde tutan Allah`a yemin ederim ki, hiçbir kul, kendi nefsi için istediği hayrı, kardeşi için de istemedikçe iman etmiş olmaz.” (Buhari, İman 7; Müslim, İman 71/72). Mü`min, her konuda kayıtsız şartsız Allah`a güvenen ve kendisine güven duyulan kimsedir. Özellikle Müslüman kardeşlerinin kendisine her konuda güvenip her şeylerini rahatlıkla emanet edebilecekleri kimsedir Müslüman. “Müslüman, dilinden ve elinden diğer Müslümanların zarar görmediği kimsedir. Muhacir ise, Allah`ın yasakladığı şeylerden uzaklaşan kimsedir.” (Buhari, İman 4–5, Rikak 26; Müslim, İman 64–65). Kardeşlik, her şeyden önce vahdetin, birlik ve bütünlüğün icraata dökülmesidir. “Vahdet”, “Tevhit” kelimesi ile aynı köktendir; ikisi arasında kopmaz bir bağ vardır. Tevhit, birlemek; vahdet de birleşmek demektir. Allah`ı birlemeyen kimsenin, tevhide iman edenlerle birleşemeyeceği gibi; vahdet anlayışından ve ahlakından mahrum insanın da gerçek muvahhit olması beklenemez.
Mevcut Müslümanların konumu, din düşmanlarının tavrı Müslümanların kardeşliğini emretmektedir. Filistin`in Siyonistler, Afganistan ve Irak`ın Amerikalılar tarafından resmen işgali ve bunlardan daha acı olan kâfirlerin yerli işbirlikçileri olan İslam düşmanları tarafından Müslümanların devletlerinin işgali, onları yönlendirdiği medyanın, çevre şartlarının, cahili eğitimin oluşturduğu fitne ve fesadın Müslümanların gönüllerini ve kafalarını işgali, mü`minlerin birleşip kardeş olduklarını ispat etmelerinden başka seçeneklerinin olmadığını haykırıyor. İsrail`in vahşeti, Amerika`nın dehşeti Müslümanların hemen şimdi kardeşliklerini göstermelerini farz-ı ayın kılıyor.
Dünya huzuru Müslümanlar arasında kardeşliği gerektirmektedir. Fesat ve kargaşanın, tefrika ve sürtüşmenin gereksiz tartışma ve ihtilafın, eleştiri bombardımanının olduğu ve bireyselciliğin öne çıkıp herkesin sadece kendini düşündüğü yerde huzur olmayacak; kardeşlik ve vahdetin, ittifak ve cemaatin olduğu yerde ise huzur olacaktır.
Ahiret saadeti İslam kardeşliğini gerektirmektedir. Cennete ancak muvahhid mü`minleri sevip dayanışma ile ulaşılabilir. “Mü`min olmadan cennete giremezsiniz. Birbirinizi sevmedikçe de iman etmiş olamazsınız.”(Buhari, Edeb 27; Müslim, Birr 66)..” (Buhari, İman 6; Müslim, İman 71; Nesai, İman 19; Tirmizi, Sıfatu`l-Kıyame 60; İbn Mace, Mukaddime
Ya kardeşlik bilincini kuşanıp kurtulacağız, ya da birliğimizi bozmaya çalışan düşmanların aramıza sokmak istedikleri fitne ve fesat karşısında boğulacağız. Hepimiz aynı geminin yolcularıyız. Kurtuluşumuz için tek çıkar yol içinde bulunduğumuz gemiyi hep birlikte korumak ve kollamaktır.
Tüm Müslümanlar ümmet adlı evrensel bir ailenin evlatlarıdır. Bu aileyi tek imam/lider yönetir. Bütün dünya Müslümanları tevhit ekseninde birleşse, Kur`an`ın istediği gibi tek ümmet olsa, neler olur? Neler olmaz ki… Hayali bile insanı mutlu ediyor. Hangi zalim güç, hangi emperyalist devlet, hangi tağut dayanabilir ki… İşte İSLAM kardeşliğin, ümmet olmanın, vahdetin önemi…


KAYNAKLAR:
Müslüman Şahsiyeti M. Zekeriya KANDEHLEVİ
Hayat üs Sahabe Muhammed Yusuf KANDEHLEVİ
Erzurum Gazetesi Ahmet KALKAN
Sahihi Buhari
Kuran`ı Kerim
Kürsüden öğütler

RAMAZAN AYININ KAZANIMLARININ KORUNMASI

İbadetlere olan ihtiyacımız veya sorumluluklarımız, sadece Ramazan ayına mahsus değildir. İman esasları, ibadetler, ahlâki vasıflar süreklilik arz eder. Bunlara ilişkin prensipler, emir ve yasaklar geçici değildir. Bunlar mevsimi geçince çıkarılıp bir kenara bırakılan elbiseler gibi değildir. Bunun için Ramazan ayı boyunca eda edilen ibadetler olsun, bu ayda kazanılan ahlâki vasıflar olsun sürdürülmek durumundadır. Terk ettiğimiz kötü alışkanlıklara, günahlara tekrar geri dönmemek gerekir. Yoksa bunların bir süreliğine terk edilmiş olması çok fazla anlamlı olmaz. Ramazan-ı Şerif’e gösterdiğimiz saygıdan dolayı birtakım kötü alışkanlıkların terk edilmesi ne kadar sevindirici ise, Ramazan bitince günahlara ve kötülüklere tekrar dönülmesi de o kadar üzücü olur.
Bilindiği gibi insanın maddî ve manevî ihtiyaçları vardır. Vücudumuz nasıl ki daima maddî gıdalara ihtiyaç duyuyorsa, ruhumuz da manevî gıda olan ibadetlere ihtiyaç duyar. Nasıl haftada bir defa veya yılda sadece bir ay yiyip içmek suretiyle bedenin maddî ihtiyaçları karşılanmıyor ise, haftada bir Cuma namazı kılmak veya yılda sadece Ramazan ayında ibadet etmekle manevî ihtiyaçlar da karşılanmış olmaz. Dolayısıyla Ramazan ayında kazandığımız bir takım iyi huylar ve güzel amelleri hayatımız boyunca devam ettirmeliyiz.
Zira ömrün en hayırlısı, ibadetlere sabır göstererek Yüce Allah’ın rızası doğrultusunda sürdürülenidir. Resulullah (s.a.v.), “İbadetin hayırlısı devamlı olandır.” Buyurmuştur. Kadın erkek tüm mü’minler büluğ çağından son nefesine kadar Yüce Allah’a ibadet etmekle yükümlüdürler. Allah Kur’an-ı Kerimde

“Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et” [1]buyurmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’de يا أيها الذين آمنوا كتب عليكم الصيام كما كتب على الذين من قبلكم لعلكم تتقون “ Ey iman edenler! Kötülüklerden sakınmanız için oruç, sizden öncekilere farz kılındığı gibi, size de farz kılındı.”[2]âyeti, orucun koruyucu bir boyutunun olduğuna işaret etmektedir. Ayrıca Hz. Peygamber de “…Oruç kalkandır. Biriniz oruç tuttuğu gün kötü söz söylemesin ve kavga etmesin. Şayet biri kendisine söver ya da çatarsa: ‘Ben oruçluyum’ desin. "[3] buyurmak suretiyle orucun, nefsin gayri meşru arzu ve isteklerine karşı bir kalkan olduğunu dile getirmiştir. Ramazan ayı boyunca, şuurlu ve şartları özümsenerek tutulan oruç, kişiyi kötülüklere karşı bir yıl boyunca korur. Eğer korumuyorsa o orucun hakkıyla tutulmadığı, kabul olunmadığı düşünülebilir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.), Ramazanda başlanan güzel ibadetlerin, kabul olunması için devam ettirilmesi gereğini ifade etmiştir.
Ramazanda başlanan gece namazları, Kur’an okuma alışkanlığı, devam ettirilmeli, güzel ahlaki hassasiyetler pekiştirilmeli ve zararlı alışkanlıklara ara verilmişken tekrar dönmemelidir.
Toplumsal barışın ve birlikteliğin sağlanmasında da oruç etkin rol oynamaktadır. Çünkü oruçlu kavgalara, kötü sözlere açık değildir. Onun sadece midesi değil aynı zamanda dili, eli, gönlü bütün uzuvları dünyada bu tür çirkinliklere karşı iftarı olmayan bir oruçtadır. Evet kısa vadede onun dilinin, iftarı güzel sözdür, gönlünün iftarı güzel duygulardır, elinin iftarı, hayır işlerde kullanmaktır, gözünün iftarı güzelliklere bakarak Yüce Rabbi’nin kudret ve kuvvetini anlamaktır. Aklın iftarı, millet ve insanlığa huzur verecek bilgi ve düşünceler üretmektir. Uzun vadede ise bu uzuvların iftarı, Yüce Rabbi’nin müjdesine erdiği andadır. İnancımıza göre asıl müjde ve iftarda bu olsa gerek. Ancak bu müjdeye nail olabilmek için, uzuvlarımızın ve kalbimizin orucunun ömür boyu devam etmesi gerekir.
Nice masum hayatların sönmesinin, kanların akıtılmasının, aile ve dostlukların yıkılmasının temelinde, hiçbir değeri olmayan söz ve kavgaların olduğunu görmekteyiz. Bu tür olayların, gerek fert ve gerekse toplumsal boyutta tamiri imkânsız yaralar ortaya çıkardığı da bir gerçektir. İşte dar anlamda oruçlu geniş anlamda ise Müslüman, kavga ve anlamsız sözlere kapalıdır, diğer bir ifadeyle o, Allah’ın rızası olmayan her türlü eyleme karşı iftarı olmayan bir oruçtadır. Onun kapısı adeta iftar sofrası gibi hep güzelliklere açılır. Maddi ve manevî yönden aç, susuz insanlar onda hayat bulur. O sofrada nasıl gayr-i meşrû yiyecek ve içeceklere yer yoksa, onun makro planda dünyasında da, mikro planda gönlünde de meşrû olmayan davranış ve eylemlere geçit yoktur.


I. Konu İle Alakalı Bazı Ayet ve Hadisler

“Ölüm sana gelinceye kadar Rabbine ibadet et” [4]
“Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının ve herkes, yarın için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının. Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır. “[5]
Ayrıca şu ayetlere de bakılabilir: Ra’d 13/28; Zariyat, 51/56; Hicr 15/53-55; İsra 17/67,83; Lokman 31/32; Zümer 39/8; Fussilet 41/49-51; Yusuf 12/40, 108; Meryem 19/65; Enam Suresi, 162; Meryem Suresi, 65 76; İsra Suresi, 19; Al-i İmran Suresi, 41; Araf Suresi, 205; Tevbe Suresi, 71; Furkan Suresi, 64; Secde Suresi, 16; Zümer Suresi, 9;Al-i İmran 3/8.; Nur 24/38; Kasas 28/77; Haşr 58/18-19; Bakara 2/200-202

وَعَن عائِشَةَ رَضِيَ اللَّه عَنْها ، قَالَتْ : كَانَ النَّبِيُّ صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم يَقُومُ مِنَ اللَّيْلِ حَتى تَتَفطَّر قَدَمَاه ، فَقُلْتُ لَهُ : لِمَ تَصْنَعُ هذا يا رسُول اللَّهِ وَقد غُفِرَ لَكَ ما تَقَدَّم مِن ذَنْبِكَ وَمَا تَأَخَّرَ ؟ قَالَ : « أَفَلا أَكُونُ عَبْدًا شَكُورًا » .
متفقٌ عليه . وعَنِ المغيرةِ بنِ شعبةَ نحوهُ ، متفقٌ عليه .
Âişe radıyallahu anhâ’dan rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem, gece ayakları şişinceye kadar namazı kılardı. Âişe diyor ki, kendisine:
– Niçin böyle yapıyorsun (neden bu kadar meşakkate katlanıyorsun) ey Allah’ın Resûlü? Oysa Allah senin geçmiş ve gelecek hatalarını bağışlamıştır, dedim.
– “Şükreden bir kul olmayı istemeyeyim mi?” buyurdu. [6]
عن عائشةَ رضي اللَّهُ عنها أَن النبي صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم دخَلَ عليْها وعِنْدها امْرأَةٌ قال : منْ هَذِهِ ؟ قالت : هَذِهِ فُلانَة تَذْكُرُ مِنْ صَلاتِهَا قالَ : « مَهُ عليكُمْ بِما تُطِيقُون ، فَوَاللَّه لا يَمَلُّ اللَّهُ حتَّى تَمَلُّوا وكَانَ أَحَبُّ الدِّينِ إِلَيْهِ ما داوَمَ صَاحِبُهُ علَيْهِ » متفقٌ عليه .
Âişe radıyallahu anhâ’nın bildirdiğine göre, bir kadınla birlikte otururlarken, yanlarına Peygamber sallallahu aleyhi ve sellem girdi ve:
– “Bu kadın kim?” diye sordu. Âişe validemiz:
– Bu filan hanımdır, dedikten sonra, onun çok namaz kıldığından bahsetti. Bunun üzerine Resûl–i Ekrem:
– “Bütün bunları sayıp dökmeyi bırak; gücünüzün yettiği nisbette ibadet etmeniz size yeter. Allah’a yemin ederim ki, siz bıkıp usanmadıkça, Allah bıkıp usanmaz” buyurdu.
Resûl–i Ekrem’in en çok sevdiği ibadet, sâhibinin devamlı yaptığı idi. [7]
عن جابر رضي اللَّه عنه قال : قال رسول اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يُبْعثُ كُلُّ عبْدٍ على ما مَاتَ علَيْهِ » رواه مسلم .
Câbir İbni Abdullah radıyallahu anh’den rivayet edildiğine göre Nebî sallallahu aleyhi ve sellem şöyle buyurdu:
“Her kul öldüğü hal (amel) üzere diriltilir. ”[8]
وعن عبدِ اللَّه بنِ عمرو بنِ العاص رضي اللَّه عنهما قال : قال لي رسولُ اللَّه صَلّى اللهُ عَلَيْهِ وسَلَّم : « يَا عبْدَ اللَّه لا تَكُنْ مِثلْ فُلانٍ ، كَانَ يقُومُ اللَّيْلَ فَتَركَ قِيامَ اللَّيْل » متفقٌ عليه
Abdullah İbni Amr İbni Âs radıyallahu anhümâ şöyle dedi:
Resûlullah sallallahu aleyhi ve sellem bana şöyle dedi:
“Ey Abdullah! Filan kimse gibi olma, çünkü o gece ibadetine devam ederken, sonra geceleri ibadet etmeyi terketti. ”[9]

II. Yararlanılabilecek Bazı Kaynaklar

Nevevî, Riyazü’s-Salihin, Ter. Hasan Hüsnü Erdem ve Kıvamuddin Burslan, DİB yayınları, Ankara 1972.
Türkçe Tercüme ve Şerhi: Riyazü’s-Salihîn Peygamber Efendimizden Hayat Ölçüleri, Hazırlayanlar. Prof.Dr. M.Yaşar Kandemir, Prof. Dr. İsmail L. Çakan, Doç Dr. Raşit Küçük, Erkam Yayınları, İstanbul 1997.

[1] Hicr, 15/99
[2] Bakara, 2/183
[3] Müslim, Sıyâm, 30/163 (I, 807).
[4] Hicr, 15/99
[5] Haşr 59/12
[6] Buhârî, Tefsîru sûre (48), 2; Müslim, Münâfikîn 81. Ayrıca bk. Buhârî, Teheccüd 6, Rikak 20; Müslim, Münâfikîn 79–80; Tirmizî, Salât 187; Nesâî, Kıyâmü’l–leyl 17; İbni Mâce, İkâme 200
[7] Buhârî, Îmân 32, Teheccüd 18; Müslim, Müsâfirîn 221. Ayrıca bk. Nesâî, Kıyâmü’l–leyl 17; Îmân 29
[8] Müslim, Cennet 83
[9] Buhârî, Teheccüd 19; Müslim, Sıyâm 185

KADİR GECESİ

Mübarek gün ve geceler toplumumuzda büyük şevk ve iştiyakla kutlanan gecelerdir. Bu geceler bayram havası içerisinde geçmektedir. İşte bu gecelerden biri de Kadir gecesidir. Kadir; değer, kıymet ve itibar demektir. Bu geceye Kadir Gecesi denilmesi şeref ve kıymetinden dolayıdır. Zaman ve mekanlar; kendilerinde meydana gelen önemli olaylarla değer kazanırlar. Kadir Gecesini bu derece değerli kılan en önemli sebep de Kur’ân-ı Kerîm’in bu gece indirilmeye başlanmış olmasıdır. Kur’ân-ı Kerîm’in nüzulü ve Peygamberimizin insanlığa son peygamber olarak gönderilmesi, dünya tarihinin en önemli hadisesidir.
إِنَّا أَنزَلْنَاهُ فِي لَيْلَةِ الْقَدْر وَمَا أَدْرَاكَ مَا لَيْلَةُ الْقَدْر لَيْلَةُ الْقَدْرِ خَيْرٌ مِّنْ أَلْفِ شَهْرٍتَنَزَّلُ الْمَلَائِكَةُ وَالرُّوحُ فِيهَا بِإِذْنِ رَبِّهِم مِّنكُلِّ أَمْر سَلَامٌ هِيَ حَتَّى مَطْلَعِ الْفَجْرِ
“Şüphesiz, biz onu (Kur’an’ı) Kadir gecesi’nde indirdik. Kadir gecesi’nde olduğunu sen ne bileceksin! Kadir Gecesi bin aydan daha hayırlıdır. Melekler ve Ruh o gecede, Rablerinin izniyle her türlü iş için iner de iner. O gece, tan yerinin ağarmasına kadar bir esenliktir.” [1]
İslam alimleri Kadir gecesinin Ramazan’ın 27. gecesi olduğu konusunda ittifak etmiş olmalarına rağmen, İslâm kaynaklarında belirtildiğine göre Allah Teâlâ bir takım hikmetlere dayanarak Kadir gecesini ve onun dışında daha bazı şeyleri de gizli tutmuştur. Bunlar: Cuma günü içerisinde duanın kabul olacağı saat; beş vakit içerisinde Salât-ı vusta; ilâhî isimler içerisinde İsm-i Azam; bütün taatlar ve ibadetler içerisinde rızay-ı ilâhî; zaman içerisinde kıyamet ve hayat içerisinde ölümdür. Bunların gizli tutulmasından maksat mü'minlerin uyanık, dikkatli ve devamlı Allah'a ibadet ve taat içerisinde olmalarını sağlamaktır. Mü'minler bu geceyi gaflet içerisinde geçirmemeli, ibadet ve taatle değerlendirmelidir.
Kadir Gecesini gereği gibi anlayıp hakkıyla değerlendirmenin yolu, Kur’ân-ı Kerîm’in eşsiz mesajlarını anlamaktan geçer. Bu itibarla, Kadir Gecesi Kur’ân-ı öğrenme ve Rasûlüllah’ı tanıma, onların öngördüğü fazilet ilkeleri doğrultusunda yaşama ve her türlü kötülüğü terk etme vesilesi kabul edilmelidir.
Zira, insanlara dünya ve âhiret mutluluğunu sağlamayı hedefleyen ve manevi varlığımızı karartan her türlü olumsuzluktan arındırarak, bizi üstün ahlâkî değerlere yönelten Kur’ân’dır. O’nun getirdiği ilke ve prensiplerin özünde aydınlık, hoşgörü, dostluk ve kardeşlik vardır. O, insanlar arasında sevgi, uzlaşma, yardımlaşma, kardeşlik ve istikrarı sağlayacak; fert ve toplum planında pek çok ahlâkî ve sosyal problemin hak ve adalet çerçevesinde çözülmesine ışık tutacak ve insanlara gelişme yollarını göstererek onları geleceğe hazırlayacak ilâhî ölçüleri içeren bir kitaptır.
Kur’ân’ın bu özelliği, “Gerçekten bu Kur’an en doğru olan yola götürür ve iyi işler yapan mü’minler için büyük bir mükafat olduğunu müjdeler”[2] “Biz Kur’an’dan, mü’minler için şifa ve rahmet olacak şeyler indiriyoruz....”[3] Ayetleriyle dile getirilmektedir.
Ayrıca bu geceyi, namaz kılarak, Kur'ân-ı Kerim okuyarak, tevbe, istiğfâr ederek ve dua yaparak değerlendirmeli, geçen hayatımızın Kur’an ve Sünnet’e uygun olup olmadığının muhasebesini yapmalıyız.
Dargınlık, kırgınlık, kin ve nefretin yerine sevgi, saygı, hoşgörü, dostluk ve kardeşliği hâkim kılmalıyız. Yetimlerin, kimsesizlerin, fakir ve muhtaçların yüzünü güldürmeli, onlara yardım elimizi uzatmalıyız. Böyle hayırlı sevaplı ameller için bu gece büyük bir fırsattır.
Bu nedenle manen bin aydan daha hayırlı olduğu müjdelenen, dolayısıyla, yaklaşık 80 küsur yıllık bir insan ömrüne bedel olan bu geceden gerektiği şekilde istifade etmeliyiz. Sayısız manevî güzelliğin yaşandığı ve mükâfatların sınırsız olarak verildiği bu gecede; özümüze dönerek gaflet içinde geçen günlerimizi sorgulamalı, kendimizle hesaplaşmalı, iyi ve güzel davranışlarımızı artırmaya, kötü davranışlardan uzaklaşarak kalbimizdeki manevî kirleri temizlemeye çalışmalıyız.
Bu gibi mübarek gün ve geceleri değerlendirirken gözden uzak tutulmaması gereken bir durum ise, ibadet ve taatlerimizi sadece bu geceye hasretmemeli, her zaman Allah’ın kulu ve Hz. Muhammed (sav)in ümmeti olduğumuzu hatırda tutup, ona göre hayatımızı yönlendirmeliyiz. Efendimiz (s.a.v.)e hangi amelin daha hayırlı olduğu sorulduğunda “Az da olsa devamlı olanı” buyurmuştur.
Müberek gün ve geceler toplumsal hayata pek çok yönden katkı sağlamakta, bu gün ve geceler vesilesi ile insanlar birbirlerini ve yakınlarını aramakta, yetimler ve fakirler gözetilmekte, hastalar ziyaret edilmekte ve dargınlar barışmaktadır.

V. KONU İŞLENİRKEN BAŞVURULABİLECEK BAZI HADİSLER
عَنْ عَائِشَةَ، قَالَتْ قُلْتُ يَا رَسُولَ اللَّهِ أَرَأَيْتَ إِنْ عَلِمْتُ أَىُّ لَيْلَةٍ لَيْلَةُ الْقَدْرِ مَا أَقُولُ فِيهَا قَالَ ‏"‏ قُولِي اللَّهُمَّ إِنَّكَ عَفُوٌّ كَرِيمٌ تُحِبُّ الْعَفْوَ فَاعْفُ عَنِّي ‏"‏
Hz. Aişe validemiz demiştir ki; Rasûlüllah (sav)'e: "- Ey Allah'ın Rasûlü! Kadir gecesine rastlarsam nasıl dua edeyim?" diye sordum. Rasûlüllah (sav):" Allah'ım sen çok affedicisin, affi seversin, beni affet." diye dua et, buyurdu[4]
عَنْ عَائِشَةَ أَنَّ رَسُولَ اللَّهِ ص قَالَ ‏"‏ تَحَرَّوْا لَيْلَةَ الْقَدْرِ فِي الْوِتْرِ مِنَ الْعَشْرِ الأَوَاخِرِ مِنْ رَمَضَانَ ‏"‏‏
Hz. Aişe (sav) den: Peygamber şöyle buyurdu: Kadir gecesini Ramazanın son on gününün tek gecelerinde arayınız.[5]
عَنْ زِرَّ بْنَ حُبَيْشٍ، يَقُولُ سَأَلْتُ أُبَىَّ بْنَ كَعْبٍ - رضى الله عنه - فَقُلْتُ إِنَّ أَخَاكَ ابْنَ مَسْعُودٍ يَقُولُ مَنْ يَقُمِ الْحَوْلَ يُصِبْ لَيْلَةَ الْقَدْرِ ‏.‏ فَقَالَ رَحِمَهُ اللَّهُ أَرَادَ أَنْ لاَ يَتَّكِلَ النَّاسُ أَمَا إِنَّهُ قَدْ عَلِمَ أَنَّهَا فِي رَمَضَانَ وَأَنَّهَا فِي الْعَشْرِ الأَوَاخِرِ وَأَنَّهَا لَيْلَةُ سَبْعٍ وَعِشْرِينَ ‏.‏ ثُمَّ حَلَفَ لاَ يَسْتَثْنِي أَنَّهَا لَيْلَةُ سَبْعٍ وَعِشْرِينَ فَقُلْتُ بِأَىِّ شَىْءٍ تَقُولُ ذَلِكَ يَا أَبَا الْمُنْذِرِ قَالَ بِالْعَلاَمَةِ أَوْ بِالآيَةِ الَّتِي أَخْبَرَنَا رَسُولُ اللَّهِ صلى الله عليه وسلم أَنَّهَا تَطْلُعُ يَوْمَئِذٍ لاَ شُعَاعَ لَهَا ‏.‏
Zir b. Hubeyş diyor ki, Übey b. Ka'b'a sordum: Kardeşin Abdullah b. Mes'ud: "Yıl boyunca ibadet eden Kadir gecesine isabet eder" diyor, dedim. Übey b. Ka'b dedi ki: "Allah İbn Mes'ud'a rahmet eylesin. O, insanların Kadir gecesine güvenmemelerini istemiştir. Yoksa Kadir gecesinin, Ramazanda, Ramazanın da son on günü içerisinde yirmi yedinci gecesinde olduğunu biliyordu" dedi."- Bunu neye dayanarak söylüyorsun, Ey Ebü'l-Münzir (Übey b. Ka'b'ın lakabı)" dedim. Übey;"- Ben bunu Rasûlüllah (s.a.s)'in bize haber vermiş olduğu alametle söylüyorum ki, o da, "o gün güneş şuasız olarak doğar" dedi [6]


VI. YARALANILABİLECEK BAZI KAYNAKLAR
1- DİA Kadir Gecesi maddesi
2- Buhârî, Kitabü Fadl-i Leyleti’l-Kadr.
3- M. Asım Köksal, Kadir Gecesi.
4- S. Daim Duran, Mübarek Geceler
5- Kazım Öztürk, İslamda Kutsal Gün ve Geceler
[1] Kadr, 97/1-5.
[2] İsrâ, 17/9.
[3] İsrâ, 17/82.
[4] Tirmizî, “Deavât”, 84.
[5] Buhari, Leyletü’l-Kadr, 3.
[6] Müslim, Sıyam, 220.